hekimanne gezerken

Doğan Güneşin Ülkesi JAPONYA

23:31



Doğan Güneşin Ülkesi....Japonya'nın Kanji karakterlerle yazılınca adı bu. Kanji
karakterler, hani şu resim gibi, geometrik şekil gibi olan yazı. İşte onunla Japonya yazmak isteyince, iki tane kanji seçiyormuşsun, birisi güneş demek, diğeri köken. Ben Doğan Güneşin Ülkesine gittim. Daha doğrusu Japonya'yı oluşturan 6852 adadan sadece birisine Honshu'ya gittim
Kore Havayolları ile yapılan, Seul aktarmalı uzunca bir yolculuk sonrası Tokyo Narita Havaalanı'na indik. Benim heyecanlanmam için bu bile yetti. Birkaç kelime Japonca ezberlemiştim, sevebileceğimi düşündüğüm biraz japon yemeği öğrenmiştim, tur kitapçığını bir kaç kez okumuştum ama uçağın tekerleri yere dokunduğu anda hepsini unuttum. Sanki dünya'nın öbür ucundayım, gerçi doğru öbür ucundayım.
TOKYO
  Akşamdan geceye döndüğümüz için, otele giderken otobüste, yiyecek kutuları dağıttılar. Sumida Nehri'ni gören 17. kattaki 1700 numaralı odamda, yerleşmeden önce, çay yaptım, yukarılardan nehre ve ışıklar içindeki Tokyo'ya bakarak karnımı doyurdum. Önce Sumida Nehri'ni görüyorum diye sevindim ama zaten bu nehir şehrin tam ortasında ve kilometrelerce uzanıyor, sanırım nehri görmeyen yerler daha az.
  Ve gün aydınlandı, otobüsün camından Tokyo'ya bakıyorum. Üst üste evler, yollar, köprüler. Ama gerçekten üst üste, kat kat, sıkış tepiş. Renk renk, değişik büyüklükte legoların yan yana dizilmesinden oluşmuş bir kent, ortasında da bir nehir. Çok kalabalıklar, bu şehirde 600 km kareye, 35 milyon kişiyi sığdırmaya çalışmışlar. Çare, her şeyi kat kat yapmak. Buna rağmen sıkışıklık hissi yaratmıyor, sanırım temizliğinden kaynaklanan bir ferahlığı var.
  Kendi ülkemin tarihsel zenginliğiyle karşılaştırırsam, Japonya farklı. Eskiye dair bilgiler, anılar, söylenceler var ama bunların o döneme ait görsel kalıntıları yok. Sanırım gördüğümüz en eski şey 8. yüzyıla aitti. Tarih boyunca sık sık olan depremler ve ardından çıkan yangınlarla, hep şehirleri sil baştan kurmuşlar. Tapınakları olabildiğince eski aslına uygun yapmışlar. Yani anlatılanın orjinali neredeyse yok. Hatta, samurayların sonunu getiren Meijji Döneminde ( 1868-1912) en önemli doğal görselliği sağlayan sakura ağaçlarının çiçeklenme döngüsünün, samuray felsefesi içermesi nedeniyle, ne kadar sakura ağacı varsa kesmişler. Yani neredeyse asırlık sakura ağacı bile yok.
  Şehre varışımız, tam da sakura ( kiraz çiçeği) açma mevsimine (cherry blossoms) denk geldi. Daha doğrusu denk getirildi. Havanın kıştan bahara dönmesinden hemen sonra, mart sonu nisan başı gibi açan çiçekler bunlar. Gerçi Japonya diklemesine o kadar uzun bir ülke ki, çiçek açma süresi en güneyden kuzeye doğru bir- bir buçuk ay farkla oluyormuş. Tokyo ülkenin ortalarında ve biz oraya gittiğimizde çiçekler açmıştı.
  Tokyo'da Shinjuku Gyoen bahçeleri, Tsukiji Balık Pazarı, Ginza caddesi, Edo Tokyo Müzesi, Asakura Sensoji tapınağı, Tokyo Kulesi, tekneyle Sumida Nehri gezilerini yaptık. Hepsi tek güne sıkışan bir maratondu. Çok şey görmek istiyorsan, ya çok uzun süre gezeceksin, ya da çok seri olacaksın. Çaresiz seri olduk. Bu hızla akıp giden gezi sürecinde beynime yardım etsin diye bol fotoğraf çektim ve notlar aldım.
  Shinjuku Gyoen bahçeleri, neredeyse bir günde ancak dolaşılabilir, İlk günün, ilk gezisi olduğundan nereden girdim, neresine baktım tam anlayamamıştım, sonra bahçenin haritasına bakınca, neyse dedim, önemli bir kısmını görmüşüm. Ama siz gidince önerim şu, ki bir çok kapısı var, Okido Kapısından girip, derin bir ters U çizdikten sonra Shinjuku Kapısından çıkmanız ve mutlaka geleneksel Japon bahçesine gitmeniz. Gezerken zaman az olduğu için ne yaptığımı tam anlamamıştım ama en görülesi yerlerini görmüşüm. Geleneksel Japon bahçesi yapmak demek, doğanın doğal görünümü neyse onu yapay olarak oluşturmak demekmiş. Kaya, ağaç, toprak, gölet...vs. öylece, her yerde rastladığın gibi, Japon bahçesi ne demek diye okurken, son zamanlarda seyrettiğim bir anime geldi aklıma. Prenses Kaguya'yı seyredin mutlaka. Ben bu bahçede müthiş renkler, çok güzel bir gölet, tomurcuktan dökülmeye uzanan sakuralar, tulip tree denilen yapraksız manolya ağaçları, genç-yaşlı-çocuk neşeli Japonlar, gelin ve damat, kimonolu mankenler....vs. gördüm. Hatta bu yazıyı hazırlarken bahçede çektiğim onlarca fotoğrafa yeniden baktım ve yüzüme derin bir tebessüm yayıldı. Yani Tokyo turlarının olmazsa olmazı Shinjuku Gyoen bahçeleri.
  Güzergahımız Ginza bölgesi ve Ginza Caddesi. Otobüsle giderken İmparatorun Sarayı solumuzda kaldı. Sarayı görmek imkansız, çevresinde yapay bir nehir var, sonra da ağaçlar, bırakın sarayı, dış duvarları bile görülmüyor. Öylece yanından geçip gittik. Ginza Caddesi hiç zannettiğim gibi değildi. Ben İzmir'de ve İstanbul'da yaşadım Bağdat caddesinin, İstiklal Caddesinin, Kordon'un yanından bile geçemez. Biz oradayken pazardı, bir çok mağaza kapalıydı, boydan boya yürüdüm, bir kaç şemsiye aldım, çiçek düzenleyen bir kızı uzun uzun seyrettim, yollardan geçenlerin fotoğraflarını çektim, bana Japonca olduğu için hiç bir şey anlamadığım bir şeyler anlatan, üstünde Buda'nın resmi olan bir tanıtım broşürü veren Japon'u dinledim, sadece aralarda ''Hai'' dedim. O da anlattı durdu. Meğerse kelime manası sadece evet olan Hai ,seni anladım, değerlendiriyorum, dur bakalım, bir düşüneyim, aslında hayır ama kibarlık olsun diye evet dedim, biraz daha ısrar et bakalım gibi değişik anlamlara geliyormuş. Adamcağız Budizmin tarihini anlattı herhalde, ve nihayet benden vazgeçti
  Sonra Ginza caddesini arkamıza alıp, yukarıya doğru yürüyüp, ilk sağdan girince ünlü Tsukiji Balık Pazarı'na geldik. Balık pazarına geldik de göremedik tabi, ne günü, ne de saati burayı gezmeye uygun değildi. Size örnek vereyim. Dolmabahçe sarayı'na, pazartesi günü getiriliyorsunuz, dış bahçenin dışında burası saray deniyor. Gördün mü? Eeee gördüm. İşte Balık Pazarı gezisi böyleydi, mezat sabaha karşı oluyormuş, zaten çok değerli ton balıklarının mezatlarına turistler giremiyormuş, öyle bizdeki balık çarşıları gibi tezgahlar da yoktu, ya da vardı da kapalıydı. Sokak yemekçilerinin bana göre iğrenç kokuları altında hızla çevreye göz gezdirdim, sabahın seherinde kalkıp mezatı seyretmek gibi bir kişisel tercih de vardı tabi de, bana göre değil. Bu pazarda atmış bin kişi çalışıyormuş, bu kadar kişinin sığdığı yer neresiydi, inanın tam anlayamadım. Ve herkes ne yedi bilmiyorum da, ben balık pazarından dondurma aldım. Yani, o derece havaya giremedim
  Edo-Tokyo Müzesi, ünlü imar Kurazukuri tarafından yapılmış. Yangından o kadar bıkıp usanmışlar ki, bu müzeyi yanmaz materyalle yapmışlar. Bina dışarıdan gemiye benziyor. Müze' de Tokyo'nun kuruluşundan bu yana geçirdiği dönemlere ait görsel öğeler var. Müzeye girerken geçilen bir köprü var, bu köprü Nihonbashi köprüsünün aynı ölçülerdeki modeliymiş. Orjinali1603 yılında inşa edilen bu köprü şehrin sembolik olarak kalbiymiş. 2. Dünya Savaşındaki bomardımandan kurtulan tek köprüymüş. Demek ki o kadar önemli ki, bir örneğini müze için üşenmeyip aynı büyüklükte yapmışlar. Onun dışında etnoğrafya müzesi tadında bir müzeydi.
Sumida Nehrinde bir tekne gezisi yaptık. Tokyo Cruise firmasının teknesine Hinode Limanı'ndan bindik, Burası ünlü Asakura tapınak alanının hizasına geliyor. Nehrin üstünde on beş tane köprü var, biz ikinci ve üçüncü köprü arasından binip dolaştık, böylece diğer köprülerin altından geçtik. Tümünü fotoğrafladım, değişik renklerde, modellerde köprülere ve Tokyo'nun sıkışık tepişik binalarına bir de nehirden baktık.
Tokyo merkezdeki tek tapınak gezimizi Asakura Sensoji Tapınağına yaptık. Çevresiyle beraber çok güzeldi. Budizm ve Şintoizm inanışları için ayrı tapınaklar var. Ama yan yana olabiliyorlar. Bizde cami ve cem evi'nin aynı avluda olduğunu hayal edin. Evlilik, doğum ve yaşamla ilgili durumlarda Şinto Tapınağında dua ederken, söz konusu ölüm olunca Budist Tapınağı tercih ediyorlar. Kısa kısa ritüeller var. Abdeste benzeyen, su ile içini ve dışını arındırma, buhurdanlık yakma, dua ve kader kağıtçıkları bağlama, Tapınağın bahçesindeki kapı Toriden geçme, çan çalma,dua esnasında iki alkış, bir selam, para atma ve bunun gibi ufak ufak ritüeller, sanki oyun gibi. Tapınaklara girerken, bizdeki gibi ayakkabılar çıkarılıyor. O kadar süslü ve rengarenk bir ortamdı ki bayıldım. Bir de Pagodalar var. Kutsal alanlarda bulunuyorlar ama dini özellik taşımıyorlar. Üç, dört, beş,yedi katlı son derece estetik kule gibi yapılar. Pagodaların asıl kökeni Hintlerin stupa dedikleri dinî yapılarmış. Stupalara Seylan'da dagoba deniyormuş. XVI. yüzyılda Hindistan'a giden Portekizliler burada gördükleri dagobaların adını Japonya'ya gelinceye kadar unutmuşlar ve değiştirip pagoda demişler, Japonlar da bu adı beğenmiş olacak ki öylece kalmış. Pagodalar, askerî birliklerin gözetleme kuleleri olarak da kullanılmış. Çoğu zaman bir şehrin ya da kasabanın simgesi olması için dikilmiş Asakura tapınağının bahçesinde de çok güzel bir pagoda vardı.
  Ve nihayet hava kararırken Tokyo' daki son durağımıza geldik ve Tokyo Kulesi'ne çıktık. Tokyo Tower 333 metre yüksekliğindeymiş. Modeli Eyfel Kulesi'nin aynısı. Sanırım kuleye çıkmak için en uygun zamandı, asansör sırası sıkıcı ve çok uzundu ama tepeden bir şehri ışıl ışıl görmek müthiş bir deneyimdi.İki ayrı yüksekliğe çıkılıyor. İlk durak 900 Yen, eğer daha yükseğe de çıkayım derseniz 700 Yen verip ikinci bir bilet daha alacaksınız. Biz, tabi ki en yükseğe de çıktık.
Bir de Tokyo Sky tree var. Bunun yüksekliği 634 metreymiş, şehrin sembollerinden birisi, biz sadece uzaktan gördük.

NİKKO
  Nikko bir kasaba. Tokyo'nun otobüsle iki buçuk saat kuzey doğusunda kalan bir kasaba. Kelime anlamı gün ışığı demekmiş. Tanıtımında Nikko=Nippon sloganı kullanılıyor. Nikko=Japonya, o kadar iddialılar yani....Biz de Tokyo'dan yola çıktık, önce kasabada durduk, çok şirin bir postanesi var, evler hatta oteller iki katlı, kasabayı ardımızda bıraktık ve Nantai Dağı'na doğru döndük, işte burada bir nehir ve üstünde bir köprü var. Biz köprüyü solumuzda bırakıp dağa doğru yol aldık ( otobüsle tabii) Söylenceye göre 766 yılında Shodo ve takipçileri Nantai Dağı'na tırmanıp duaya çekilmek istemişler ama Daiya Nehri'ni geçememişler, o sırada iki elinde birer yılan olan tanrı ortaya çıkmış ve iki yılanı uzatıp köprü yapmış, Shinkyo Köprüsü, orjinal köprü yok tabi, Japonya'daki pek çok şey gibi bu da orjinal değil ve aslına uygun yapılmış. İki yılan boyundaymış. Bu da ne demekse sanki yılanların boyu standart da. Otobüsün camından poz poz köprünün fotoğrafını çektim. Neyse bir süre tırmandık ve Nikko'nun Unesco'nun Dünya Mirasları listesinde yer alan tapınak alanına geldik Burası bir milli park. O kadar geniş bir alan ki, üç milyon sedir ağacı, yüz beş tane bina varmış. Bu bölge depremlerden etkilenmemiş ve 767 yılında yapılan Futarasan ve Rinnoji tapınakları orjinal halleriyle duruyor. Tek kelimeyle harikaydı. Renkler, süslemeler, Rinno-ji'deki Buda'nın üç dev heykeli, kötüyü duymam, görmem, söylemem diyen üç maymun süslemeleri, ölenlerin ruhlarını cennete taşıyacak olan beyaz at ( artık atın sadece resmi var), sol elli diye ünlenen efsane marangozun yaptığı uyuyan kedi, derebeylerinin yaptırdığı buhurdanlıklar, tam girişteki kutsal kapılar (Tori), iki yüz üç basamak tırmanarak çıkılan Tokugava'nın küllerinin saklandığı mezar, kıpkırmızı zeminde anlatılamayacak kadar fazla süslenen beş katlı pagoda..Ve bunların tümünü iki yüz yıllık Japon sedirlerinin gölgesinde gezmek, rüya gibiydi. Bu tapınak kompleksi, Budistler için bir hac alanıymış ve her yıl mayıs ayında festivaller yapılıyormuş. Tapınak alanını dolaşmak, basamaklardan tırmanmak oldukça iyi bir fiziksel performans gerektiriyor, buraya kadar gelmişken hepsini dolaştım. Tapınak alanını oluşturan her parçada mutlaka lotus çiçeği süslemesi yer alıyor, çiçeğin üç yaprağı doğum, yaşam ve ölümü simgeliyormuş.

  Dönmeden önce, milli park'ta yer alan Kegon şelalesi ve Guzenji Gölü'nü de gördük. Nikko gezisi günü birlik yapılabildiği gibi, ki biz öyle yaptık, konaklama imkanları da çokmuş, hatta konaklanan otellerde samuray kılıcı katana kullanma gösterileri seyretme imkanı oluyormuş. Kegon Şelalesi'ni uzaktan gördüm, aslında asansörle dibine inilip biraz ıslanılıyormuş, bir de geleneksel bir intihar etme noktasıymış, aman neyse öyle bir ana denk gelmedik, herkes, her şey güllük gülistanlıktı. Nikko'da konaklayanlar için göl kıyısında yürüyüş, kaplıca ziyaretleri de varmış. Günü birlik bunlara vakit kalmadı maalesef.
HAKONE VE FUJİ

  Hakone, Tokyo'nun 100 km. kadar güneybatısında yer alıyor. Pasifik Okyanusu'nu solumuza aldık ve dev limanlar, sanayi bölgeleri, ünlü elektronik markalarının üretim yerlerini seyrederek Tokyo'dan Hakone'ye doğru yol aldık. Bu arada Yokohama Limanı'nın uzaklarından geçtik. Bizim ünlü Ertuğrul Gemimiz bu limanda demirlemiş. Hakone'de de zamana karşı yarıştık. Burada olması gereken en önemli şey, sanırım havanın açık olması ve Fuji Yanardağı'nı görebilmek. Bu konuda çok şanslıydık. Yanardağın patlaması sonrası çevresinde pek çok göl oluşmuş, bunların beş tanesi büyükmüş, hatta bizdeki göller bölgesi gibi, beş göller bölgesi deniyormuş. Biz Ashi Gölü'nde tekne gezisi yaptık, Karlarla kaplı Fuji'yi çok net bir şekilde gördük.

  Gölün hemen yanında bir tepe var, Komagatake Tepesi, ya da dağı. Her neyse, oraya teleferikle çıktık, teleferik deyip geçmeyin, tam 101 kişi alıyor, neden 100 değilse, Japon aklı işte. Tepeye çıkış yedi dakikaymış. Aslında oradan tekrar ikinci bir teleferiğe binip, ya da yürüyerek Owakudani Vadisi'ne( Büyük kaynayan vadi) gidilecekti. Buraya gidişin izni havadaki kükürt oranına göre veriliyormuş. Biz oradayken solunmasında sakınca olacak miktar kükürt varmış, gidemedik, kükürtlü suda pişmiş siyah yumurtayı göremedik. Hakone'yi gezenlerin notlarını okudum, Ryokan denilen Japon tarzı otellerde kalmışlar, kaplıcalara girmişler, bize hiç bahsedilmeyen Hakone Açık hava Müzesi'ni gezmişler, ki bu müze dünyanın en değişik müzelerinden birisiymiş, ayrıca bu alanda Picasso'nun bu bölgeye hediye ettiği tabloların sergilendiği bir müze daha varmış. Bunları okuyunca biraz kıskandım ama son cümleleri içime su serpti, bütün bunları yapmışlar da hava kapalıymış, Fuji'yi görememişler.
HİROSHİMA
  Hakone'den Mishima istasyonu'na geldik. Buradan Hiroshima'ya, adını şeklinin mermi çekirdeğine benzemesinden alan Shinkansen Hızlı Treniyle geldik. İstasyonda, geçen trenlerin fotoğrafını çekmeye çalıştım ama nafile, görünmeleriyle kaybolmaları bir oluyor, neyin fotoğrafı çekilecek. İçindeyken hızı anlaşılmıyor. Yolculuk esnasında, yerel rehber, kağıttan turna yapmayı öğretti ve birer tane yaptık. 2. Dünya Savaşı'nda atom bombası atılınca Hiroşima'da iki yüz bin kişi ölmüş, sakat kalanlar, sonradan radyasyonun etkisiyle kanser olanlar milyonları buluyor. On iki yaşındaki bir kız çocuğu,Sadako onlardan birisi, kan kanseri oluyor ve eğer hastahanede bin kağıttan turna yaparsa iyileşeceğine inanıyor. İyileşmiyor tabi. bu çabasıyla barışın sembolü oluyor, dünyanın her yerinden kağıttan turnalar yağmış, onları sergiliyorlar, biz de yaptığımız turnaları, Hiroşima Barış Parkı'nda Sadako'ya ayrılmış alana bıraktık.

  Hemen parkın girişinde, bombadan yıkılmış bir bina kalıntısı var, adı Atom Bombası Kubbesi, bombalanma öncesi endüstri tanıtım merkeziymiş, şu anda Unesco Dünya Mirasları listesinde. 1980'li yıllarda Belediye Meclisi burayı tamamen yıkmaya karar vermiş, gördükçe halkın morali bozuluyor denmiş. Ama Japon İmparatoru gelmiş ve bir konuşma yapmış. Bu bina böyle kalmalı demiş, Japonlar veya burayı ziyaret eden herhangi bir kişi bunu görmeli ve barışın değerini anlamalı.

  Barış parkının içinde bir de Barış Müzesi var, orada da atom bombası sonrası olanlar, kalıntılar, eşyalar, saçlar, deri parçaları, asit yağmuru lekeleri...vs. sergileniyor. İnsanın içi yanıyor, maalesef hiç bir savaşın kazananı yok
MİYAJİMA ADASI
  Adanın resmi adı Itsukushima Adası'ymış ama Tapınak Adası anlamına gelen Miyajima Adası daha çok kullanılıyormuş. Biz Hiroşima'dan otobüsle iskeleye geldik ve feribotla adaya geçtik. Ortasında dağ olan bir ada düşünün. Dağın adı Mesi Dağı, yukarıya değişik yollardan teleferikle çıkılıp tapınaklar ziyaret edilebiliyor ( en ünlüsü Daısho-ın temple), ben aşağıda kalıp adayı düz ayak gezmeyi tercih ettim, iyiki de öyle yapmışım. İskelenin hemen sağında, Japonya'nın en güzel tapınaklarından birisi, Itsuku-Shima-Jinja var, göz alıcı güzellikte kırmızı bir tapınak, aslında yukarıdan bakınca kanatlarını açmış uçan bir kuş gibiymiş ama içindeyken anlaşılmıyor. Burası bir Shinto tapınağı, Tori'si med cezir nedeniyle denizin içinde kalmış, 16.6 metre uzunluğunda ve 60 ton ağırlığındaymış, bu tori Japonya'da en çok fotoğrafı çekilen ikinci yermiş.

   İlki neresi derseniz Fuji Yanardağı. Üçüncü yeri bilmiyorum, ama ilk iki yeri bol bol fotoğrafladım. Asıl tapınak yere çakılan kalasların üstüne yapıldığı için kendisi de suda yüzer gibi görünüyor. Tabi ki burası da Unesco Dünya Mirasları listesinde. Yani dünyada yaşayan herkesin, yani aynı zamanda benim, çok beğendim çok. Ada'da geyikler serbestçe geziyor, dalgın turistlerin çantalarını, ellerindeki paketlerini, yiyeceklerini kapıyorlar. Kağıt, kumaş ne varsa yiyorlar. Cıvıl cıvıl bir alışveriş caddesi var, inanılmaz güzel, ahenkli, kalınası, biraz yaşanılası bir ada. Bu ada yıllarca kutsal kalmış, rahipler dışında girmek yasakmış, şimdi de doğurmak yasakmış, ada ahalisi var mı bilmiyorum, hamile kalırlarsa gidip ada dışında doğuracaklar. Bir de ölü gömmek de yasakmış, gerçi onlar yakıyorlar ama, kimbilir belki kül bekletmek de yasaktır. İyi ki aşağıda kaldım dedim ama yukarı da, Daısho-ın temple'da detaylar müthişmiş, okudum çok ilginç şapka giymiş Buda heykelleri varmış. Kim bilir, kısmet, belki tekrar gelirim, o zaman kesin yukarı çıkarım.

KYOTO
  Hiroşima'dan Kyoto'ya kurşun trenle( Shinkansen) geldik. Kyoto 1868 yılına kadar imparatorluğa başkentlik yapmış. Ve 2. Dünya Savaşı'nda Japonya'nın bombalanmayan tek şehriymiş. Kyoto, İnari Dağı'nın eteklerine kurulmuş. Şehrin dağa doğru olan kısmında bir tapınak var. Adı Fushimi İnari Tapınakları. Tapınağa giden yolun iki tarafı hediyelik eşya dükkanları ve sokak yemeği satıcıları ile dolu. Yüksek verandalı ana bölümden sonra dağa doğru devam edip giden yüzlerce rengarenk Tori başlıyor, Kapı, kapı, kapı.....birazında yürüyüp döndüm, tümünü bitirmek sanırım saatlerce sürüyordur.

  Tüm Şinto tapınaklarında olan her şey burada da vardı. Ana giriş torisi, çan, kutsal su ve metal taslar, iki yanda kırmızı çocuk önlüğü bağlanmış ağzında değişik materyaller taşıyan köpek heykelleri, anlayacağınız görsel bir şölen. Ana binanı, yüksekçe verandasından, nefis bir Kyoto manzarası var. Eğer buradan aşağı atlarsanız, ölürseniz aziz olurmuşsunuz, ölmezseniz istediğiniz her şey olurmuş. Satıcılar, duacılar, rahipler, tanrı heykelleri, toriler öyle iç içe yaşayıp gidiyorlar.
Anladığım kadarıyla askerle, imparator çekişip durmuş. Bir ara imparator pasifize olmuş ve Tokugava denilen ( bizdeki genel kurmay başkanı)zat ülkeyi yönetmiş. İşte o Kyoto'ya geldiğinde yaşadığı ve çalıştığı yer var, imparator da güneşin oğlu olduğundan, onu ortadan kaldıramamış, kendi binasının yanına o kalsın diye de bir yer yaptırmış. Honmaru Palace ve Ninomaru Palace iç içe iki saray,diğer ismiyle Nijo Kalesi. İmparator evi sanırım kapalıydı, Tokugava'nın sarayını, yani Ninomaru Palace'ı gezdik, içeride fotoğraf çekmek yasaktı, yan yana odalar ve geniş koridorlardan oluşan sade bir yapı, çok sade duvar süslemeleri var. Bu süslemeleri yapanlara Kano Ressamları deniyormuş. Bu sarayın en önemli yeri koridorun tahtalarıydı, yürürken kuş sesi çıkarıyor, yani baya cik cik sesi. Bu zeminlere bülbül zemin deniyormuş. Birisi gelirken belli olsun ve önlem alınsın diye yapılmış.
  Kyoto'da bir geyşa mahallesi var, adı Gion Mahallesi... Yollarında tur attık, Geyşa ve genç geyşa Maikolar hakkında inanılmaz çok bilgi edindim. Onları ayrıntılarıyla sonra yazacağım.
1200'lerde bir saray mensubu Kyoto'da bir dağ evi yaptırmış, sonra bu bina siyasi görüşmeler merkezi olarak kullanılmış, en sonunda Zen tapınağı olarak kullanılmaya başlanmış. 1950'de akli dengesi bozuk bir rahip, içindeki tüm değerli eşyalarıyla beraber burayı yakmış, kül olmuş. Her yapıda olduğu gibi onu da aslına uygun yapmışlar. Resmi adı Rokuonci yani Geyik parkı tapınağıymış. Bilinen turistik adı, herhalde rengi sarı olduğu için vermişler, Kinkakuji yani Altınköşk Tapınağı. İşte bu tapınağa gittik, çevresinde göletiyle, kayalarıyla, ağaçlarıyla, yosunlarıyla hatta Japon Turna kuşuyla bir Japon bahçesi var. İnsan bakmalara doyamıyor.

NARA

  Nara,Tokyo ve Kyoto'dan önce Japonya'nın elli yıl başkentliğini yapmış. 8. yüzyılda kurulmuş bir açık hava müzesi kıvamında. Burada da iki tapınak gördük. İkisinin de özellikleri var. Todaiji Tapınağı, tahtadan yapılmış en büyük Budist tapınakmış ve içinde dünyanın en büyük Buda heykeli var. Bahçesi pembe beyaz açmış sakuralarla dolu, dışarısı nasıl aydınlık cıvıl cıvılsa, içi de tam aksi kasvetli. Bronzdan yapılmış 49 metre boyundaki Buda o kadar devasa büyük ki insan ürküyor. içeride birde Japon sedirinden bir direk var, altında da bir oyuk. efsane bu ya, güya Buda onu nefesiyle açmış, oradan geçersen aydınlanıyormuşsun. Giriş ve çıkış kısımları kısmen genişçe ortada daralıp hafif kavisleniyor, dar yerinden kıvrılan bir kum saati gibi düşünün. Deneyeyim dedim, demesine de içine girince şeklini fark ettim, dümdüz geçmek imkansız, önce kol, sonra omuz, sonra baş, bele gelince kıvrıl tarzı geçtim, artık aydınlanmam lazım, kural bu. Bu tapınağında bahçesinde serbest geyikler dolanıyor. Hani bizde kuş yemciler vardır ya, burada da geyik bisküvicileri vardı. Ve son olarak, yine mi tapınaaaakkk nidaları altında Kasuga Taisha tapınağına gittik, buranın da özelliği üç bin tane fenerle süslenmiş olması.
JAPONYA'DAN AKLIMDA KALANLAR
  -Yazdıklarımı okuyunca, bu neeee dedim. Hep tapınak, tapınak.... Türkiye'ye gelen turistler de böyle mi söylüyorlar acaba? Hep cami, cami....:)))) Tabi ki sadece tapınak yoktu, sadece biraz çokça vardı diyelim. Önce neler yedim kısmına geleyim. İlk tesbitim, Uzakdoğu mutfağı bana göre değil. Peki aç mı kaldım, hayır tabi ki. Sevmediklerimi boşverin, sevdiklerimi anlatayım. Gezi boyunca kahvaltıları kaldığımız otellerde yaptık, uzun kahvaltı kuyrukları dışında, her şey pek lezzetliydi. Kısa süreli bir peynir ve zeytin krizi yaşadım ama onların yerini tutacak bir çok yiyecek bulmam uzun sürmedi. Bu otelde ve daha sonra, diğer şehirlerde kaldığımız otellerde kahvaltı kuyruğu var. Kahvaltı salonları çok mu küçük? Hayır. Kahvaltı etmek isteyenler çok mu kalabalık? Hayır. Kısa sürelik gözlemim şu. Tek kişi bile olsan, bir kaç kişilik masaya oturtuluyorsun, kahvaltı süresince masanın tümü sana ait, Yani salonun kaç kişilik değil, kaç masalık olduğu önemli. Çok pratik şekilde çözümlenebilir de, onlara sorun gibi gelmiyor sanırım. Öğle ve akşam yemeklerini çok güzel restoranlarda yedik. Aklımda kalanlardan bir kaçı; Shabu shabu 'yu, bir gökdelenin en tepesinde yedik. Kendin pişir, kendin ye mantıklı bir yemek, mangal yerine kaynayan su var, pastırma dilimi gibi kesilmiş dana etini suya atıp kısacık haşlıyorsunuz, çubuklarla alıp, soslara batırıp yiyorsunuz. Çok severek yedim, bir kaç çeşit sos vardı, birisi soya ağırlıklı, diğeri susam ezmesi, yani bizim bildiğimiz tahin aroması. Bir başka bayıldığım yemek, bir öğlen, çapsız bir kafe tipi yerde, ayaküstü yediğim Tempura'ydı.

  Tempura'yı bu ülkeye Portekizliler getirmiş. Tempura herhangi bir şey yemeği, yani bir kızartma, herhangi bir şeyi una ve suya bulayarak kızartıyorsunuz ve soslu, inanılmaz lezzetli, çorbamsı bir karışıma atıyorsunuz. Bu herhangi bir şey, balık, tavuk, sebze...vs. olabilir. Ben balıklısını yedim. Onun dışında Japon usulü pizza (okonomiyaki), Japon usulü mantı (gyoza) yı maalesef yiyemedim, çok lezzetli balıklar yedim de, bir kısmının adı scorpion fish. Baktım bizdeki iskorpit balığı, burada sanırım çorbasını içtim, o balıkta o kadar löp beyaz et nasıl olmuş bilemedim. Neyse Japon iskorpitleri farklıdır belki. Daha giderken, suşiyi sevmeden gitmiştim, ben çiğ balık sevmiyorum diye bir durumum vardı. Şimdi şöyle diyorum, suşiyi sevmiyorum, daha doğrusu suşiyi oluşturan balık dışı, pirinç, yosun gibi maddeleri sevmiyorum. Sadece çiğ ama sosta bekletilmiş balık eti var, sadece ince dilimlenmiş çiğ balık saşimi. Süper bir lezzet, önce kendiminkini yedim, sonra ıyyyy bu çiğ yiyemeyiz diyenlerinkini de yedim. Ama gecelerin en özeli Geyşa ve genç geyşa Maiko ların servis yaptığı, müzik yapıp dans ettikleri, oyunlar oynadıkları geceydi. Kyoto'da çok hoş bir yerel restoranda hem geyşaları izledik hem de shabu shabu etini bu sefer suya atıp haşlamadıkta, çeşitli sebzelerle ve soya sosuyla pişirdik. Bunun adı da Sukiyaki. Etleri mantar, sebzeler ve tofu ile pişiriyorsunuz.  Soyayı doldurup güzelim etleri şekerli bir hale getiriyorlar. Hiroşima'da kaldığımız bir gece ise, bir Japon Meyhanesi'ne İzakaya'ya gittik. Aslında saat akşam on gibiydi, hiç kimseler yoktu, meyhane için çok erken bir saatmiş. Masalar yer sofrası gibi alçak, ama yer oyuk ve bacaklar aşağı sarkıtılıyor. Sake içtim, daha doğrusu içmeye çalıştım, pirinç rakısınında, pirinç şarabınında adı sake, yapılış ve damıtılış şekilleri farklı, anlattılarda, hiç birisini aklımda tutmadım. Sevmedim zaten. Ben dünyanın öte ucunda meyhaneye gittim ve zencefilli gazoz içtim. Orada canım biraz peynir ve kavunla nasıl yeni rakı çekti anlatamam. Bir de hayatımda ilk kez yediğim, rüya gibi bir lezzet var. Hop diye ağzıma attım, çiğnerken birden durdum, içimden bu ne dedim ve yavaş yavaş bitirdim. Merak mı ettiniz? Bu ne? Kaz Ciğeri'ymiş. Sonra fiyatını ve nasıl elde edildiğini öğrendim. Yazık kazlara, zorla yedirme yöntemiyle, ciğerleri yağlandırılıyormuş, ve son derece de pahalı. İlk ve son yiyişimdi sanırım. İlahi bir lezzetti. Tabii bir de Miyajima adasında yediğim kömürde istiridye var, önce üç, sonra üç daha ve en son üç daha yedim. Zaten o adaya da bayılmıştım, oraya tekrar gidesim, üçer üçer istiridye yiyesim var. Hatta istiridyelerin en lezzetli olduğu şubat ayında adada festival yapılıyormuş. Bir de Miyajima'nın geleneksel tatlısı var, lokma gibi bir şey, hamuru yağa atmıyorlar da yağlanmış kalıba döküyorlar, kalıplar adanın simgesi olan akçaağaç yaprağı şeklinde, bu tatlının adı momjü manji, yapılırken seyrediyorsunuz, aslında ondan da üçer beşer yerdim de fazla kalorili diye iki de kaldım.
  -Japonya'nın gördüğüm tüm şehirlerinde bizim ülkemizde gördüğümüz AVM çılgınlığı aynen var. Markalar tanıdık markalar, görüntü neredeyse birebir aynı. Hiç ilgimi çekmedi, onun için benden şu caddede, şuradan alışveriş edin gibi bir bilgi beklemeyin.
  -Bir de, bir şeylerine bayıldım, hemen alışıverdim...Klozetlerinin oturulan yeri sıcak, fıskiye gibi fışkıran sıcak su düzeneği var. Her tuvaletin yanında, pilotların uçuş kabinindeki ekran gibi bir menü var. Oturunca şu sıcaklığı istiyorum, ışık da olsun, suyun ısısı ve tazyiki şöyle olsun ayarlaması yapıyorsun. Orada kaldığım sürece tuvalete okuma gözlüğümle girdim, önce ayar menüsünü inceledim, sonra işimi gördüm.
  -Çöp yok, yüksek ses yok, korna yok, her yerde çok sıra var, taksiler bizim orta direk bir ailenin oturma odası gibi, bembeyaz fistolu örtüler, dayanmış döşenmiş. Taksi demişken, arabaların direksiyonları sağda ve trafik bizdekinin tam tersi akıyor.
  -Bir de çok ilginç bir yaklaşımları var. Hani bizim ülkemizde en iyi ürettiklerimizi ihraç ederiz ya, ihraç fazlası defolular ya da ikinci kaliteler iç pazara verilir. İşte bu ülkede tam tersi, sadece Japonlar için üretilen üst kalite ürünler var, bunlar öyle ufak tefek şeyler değil, arabalar, bilgisayarlar, telefonlar...vatandaşına saygı böyle birşey demek ki.
 -Bahşiş yok, hatta bahşiş hakaret olarak algılanıyormuş. Bir önemli bilgi, voltajları farklı, voltaj 110 vatt ama prizlerinin ucu da farklı, oğlum gitmeden tüm dünyaya uyarlı bir aparat aldı, çok rahat ettim.
 -Alışveriş merkezi, restoran, müze, kale, kule, otel....vs. nereye girerseniz girin, gençten bir kız ya da erkek, melodik bir şekilde (iyımkıyıntkşseeee) gibi bir şey söyleyip eğiliyor. Robot gibiler, aynı tebessümlü bir yüz ifadesi, aynı tonlama. Sonra öğrendim ki ''İrasshaimase'' diyorlarmış. Yani ''Hoşgeldiniz, buyurun ''
OSAKA
Osaka'yı gördüm diyebilir miyim bilemedim. Osaka Kalesi'ne gittik,

 bahçesinde sakuralardan oluşmuş bir ormanı vardı, her renkten açmış, hatta kar yağar gibi dökülmeye başlamış. Kale binası dışarıdan çok güzeldi, içerisi beş katlı, en tepeden Osaka'ya baktım, şehir işte, her yer gibi. Ve Osaka'daki gezimiz kaleyle başladı ve kaleyle bitti. Buraya sadece transfer olalım diye geldik. Hava alanı denizin üstüne yapılmış, yarımada gibi bir yer. Kansai Havaalanı ödüller almış, filmleri çekilmiş, çok ilginç suni bir ada. Narita Havaalanı'na inen tekerlek, Kansai Havaalanı'ndan kalktı. Seul'e gidiyoruz. Elveda Japonya ve merhaba Güney Kore.















Bİ DE BUNLAR VAR

0 yorum