Ben, bir inancın ve geleneğin içine doğdum herkes gibi. Çocukken, her şeyi sevmenin kolay olduğu yıllarda bayramları da sevdim. El öpmeyi pek sevmezdim, samimiyetsiz gelirdi. El öpme karşılığında verilen mendil, lokum, harçlık...onlar güzeldi tabii. Kurban bayramlarında, aldıkları koyuna dokunmak istemezdim. Öldürecekleri koyunun başını okşamalarına anlam veremezdim. Ama etini yerdim , her yaşımda kavurmayı sevmişimdir. Babamın işe gitmediği, anneannem, dedem, ablalarım hep beraber eğlenilen günlerdi benim bayramlarım. Eğer, bayram kışa geldiyse, gece tel helva( pişmaniye) yapılırdı. Yıllar sonra, o seremoniyi Japonların çay hazırlamasına benzetmişimdir. O kadar eğlenirdim ki, bir gün önce kesilmiş koyunu unutur giderdim. Kendim karar verip, uygulama aşamasına gelince de, yaşadığım ortam gereği koyun katliamına devam ettik. Hatta artık, o inancı ve geleneği sorgulamaya başlayıp, reddettiğim zamanlar bile, kesilme anına tanık olmasam da, o eti yedim. Bir bayram yazısı yazmaya karar verdiğim zaman, ilk aklıma gelen, katledilmelerine katkım olan tüm hayvanlardan özür dileyerek başlamak oldu. Bu da ne kadar samimi bilemiyorum. Görmediğim bir yerde kesilip, market reyonuna konulunca farklı mı oluyor? Vegan beslenmeyi denemedim hiç. Denemeli miyim bilmem. Ancak, çok iyi biliyorum ki, bir daha asla, benim aracılığımla bir hayvanın boğazlanmasına izin vermem. Bunun dışında bayramlar, festivaller, kutlamalar lazım. Durup nefes almak için, sevdiklerine dokunmak için, rutinin dışına çıkmak için, hediye almak, hediye vermek için lazım. Bayram olması için, bayram gibi hissetmek için, insan ya da hayvan kimseyi incitmeyelim. Güzelliklerle, aşkla, sözle, sohbetle, misafirli sofralarla dolu olsun bayramınız.
İnsanın milyonlarca yıldır evrimleşmesi ortada. Dinler bunu reddetse de ortada. Biyolojik canlının evrimleşmesi elle tutulur bir şey, ruhun evrimleşmesi neyin nesi acaba?
Herkes o kadar doyumsuz ki, o kadar çok mutsuz insan var ki çevrede, içimde, evimde, her yerde. Dört bir yan kavga gürültü, savaş. Parası olmayan mutsuz, olan mutsuz. Satın alan memnun değil, satan memnun değil. Zaman bir kara delik gibi insanları öğütüyor. Kafa yorayım şuna dedim, bir ucundan çözüme yönelik bir şey vardır herhalde. Aslında bu kadar psikiyatr var, araştırmacılar var, psikologlar var, sosyologlar var. Hani kelin merhemi olsa başına sürer vaziyetindeler.
Eğer Lacan doğru söylüyorsa
İnsanın ruhsal yolculuğunu üç döneme ayıran bir görüş var. Aksi ispatlanamaz, gerçekliği de gösterilemez. Ben bunu seviyorum. İmgesel, simgesel ve gerçekçi dönem. Lacan böyle buyurmuş, Freud'dan bu yana en tartışmalı psikanalist diyor vikipedi onun için. Lacan'ın seminer notlarını biraz okumaya çalıştım, çoğunu anlamadım. Anladıklarımdan da kişisel yorum çıkardım. Yanlıştır belki. Bunu da o bilimin insanlarına saygım nedeniyle söylüyorum. İyi niyetliyim yani. Sadece mutluluk reçetesi var mı diye bakınıyorum. Lacan, bilinç dışı dil gibi yapılanmıştır diyor, Dil'in toplumsallığı, kültürü, yasa ve yasakları taşıdığından bahsediyor.
İmge-simge-Gerçek
0-3 yaş arası imgesel dönemde bebek için her şey ne kadar güzel ve basit, saf mutluluk ve huzur hali. Anne karşılıksız ve dolaysız olarak tüm arzuları doyuruyor. Lacan o ana dönmek tamamen imkansız diyor. O konuda yapacak bir şey yok.
Acıyı azaltmanın yollarını arayalım o zaman. Ne oluyorsa 3 yaştan sonra başımıza geliyor, simgesel dönem başlıyor, yok Oedipus, yok fallus, falan da filan. Ve Lacan'a göre biyolojik canlıdan insan olmaya doğru bir yolculuk bu. Simgesel dönemde büyüyoruz, gelişiyoruz, okuyoruz, cinsel deneyimler yaşıyoruz....Simgesel dönem anneyle çocuğun arasına giriyor.
Ama o da devrini bitirip ortamı ve insanı gerçekliğe bırakıyor. Buranın tarifi korku filmi gibi. Buraya asla ulaşılamayacak, tamamlanamayacak eksiklik yeri deniyor. Bu süreçte hiç durmadan yeni bir arzu oluşuyor, sahip olunurken arzu özelliği bitiyor ve yeni bir arzu başlıyor. Bilinç dışı arzu bu, biz somutlaştırıyoruz, her birey yaşadığı yere, zamana, kültüre göre somutlaştırıyor. İnsan hep düşlerinin peşinden koşuyor, gerçekleşince de düş olmaktan çıkıyor. Ölünceye kadar bir kısır döngü yani. Ben bu döngüden sıkıldım. Çok sıkıldım. Yineleyeyim, ben psikolojiden anlamam. Kendimce şu arzu kıskacından kurtulmanın yollarını arıyorum. Bir kısmını el yordamı bulmuştum daha önce. Bir kaç çözüm şekli de Lacan'ı okuyunca geldi aklıma.
Acıyı azaltmanın yollarını arayalım o zaman. Ne oluyorsa 3 yaştan sonra başımıza geliyor, simgesel dönem başlıyor, yok Oedipus, yok fallus, falan da filan. Ve Lacan'a göre biyolojik canlıdan insan olmaya doğru bir yolculuk bu. Simgesel dönemde büyüyoruz, gelişiyoruz, okuyoruz, cinsel deneyimler yaşıyoruz....Simgesel dönem anneyle çocuğun arasına giriyor.
Ama o da devrini bitirip ortamı ve insanı gerçekliğe bırakıyor. Buranın tarifi korku filmi gibi. Buraya asla ulaşılamayacak, tamamlanamayacak eksiklik yeri deniyor. Bu süreçte hiç durmadan yeni bir arzu oluşuyor, sahip olunurken arzu özelliği bitiyor ve yeni bir arzu başlıyor. Bilinç dışı arzu bu, biz somutlaştırıyoruz, her birey yaşadığı yere, zamana, kültüre göre somutlaştırıyor. İnsan hep düşlerinin peşinden koşuyor, gerçekleşince de düş olmaktan çıkıyor. Ölünceye kadar bir kısır döngü yani. Ben bu döngüden sıkıldım. Çok sıkıldım. Yineleyeyim, ben psikolojiden anlamam. Kendimce şu arzu kıskacından kurtulmanın yollarını arıyorum. Bir kısmını el yordamı bulmuştum daha önce. Bir kaç çözüm şekli de Lacan'ı okuyunca geldi aklıma.
Bunları yazmayacağım, sorun söyleyeyim.......
Asya'da oturmuş, Avrupa'ya bakıyorum, ağzımdan lezzet fışkırıyor
Gezi yazılarını okuyorum. Gezi bloglarına göz gezdiriyorum. Çoğunluk uzak uzak gezmelerini anlatıyor. İşte Uzakdoğu'nun filanca şehrinde bir meydan, Afrika'da safariden bir kesit, cruise ile bir günde üç şehir gezmeler, Avrupa'dan kuleler, kaleler, saraylar....Kolay değil bu seyahatler. Zaman lazım, en önemlisi para lazım. En basit gezi bin Euro'dan fazla, o da sadece yol, sabahın kör karanlığında yapılan kahvaltı, yorgunluktan hemen uyuyup kaldığından nasıl olduğunu anlayamadığın oda ve yatak. Ekstra bir şeyler göreyim dersen, cüzdanın ağzını açacaksın. Dönünce elinde kalan ne? Birbirine benzer yüzlerce fotoğraf. Bir kaç ufak hediyelik, giderek unutulan hoş anılar. Böyle geziler yaptım, turlara katıldım, gittiğim yerlere ait anılarım yavaş yavaş flulaştı ama bir yıl boyunca kredi kartı ekstresinde tur parasının taksitlerini görüp durdum.
Kanlıca yollarındayım
Neyse işte, iki yıl önce İstanbul'a yerleştim. Gezmeyi de çok seviyorum ama dedim kendime,artık turlara para kaptırmak yok, bu şehri keşfet Feray. İstanbul'a bakıyorum, kokluyorum, tadıyorum, dolanıp duruyorum. Bu hafta sonu Kanlıca' ya gittim Daha önce, iş için Beykoz'a giderken transit geçmiştim, bir kaç kez de Boğaz turunda denizden görmüştüm. Bu sefer, arabayla gideyim diye niyetlendim, sonra toplu taşımda karar kıldım. Önce metro ile Kadıköy'e geldim. Meydan'dan Beykoz dolmuşuna bindim. Üsküdar'ın o sıkıcı ve çirkin kalabalığı, Çengelköy'ün taşra zerafeti, Kuleli'nin muhteşem görüntüsü'nü ardımızda bıraktık ve Kanlıca iskelesinde indim. Fotoğraf çeke çeke dolandım biraz, ahşap evler, minicik fırınlar, hediyelik eşya satıcıları, daracık yollar, duvarları saran sarmaşıklar, nazlı nazlı sallanarak kuruyan çamaşırlar. Sonra yoruldum, iskeleye dönüp 1870'de açılmış bir kahveye oturdum. Tam da denizin kıyısında, boğaz'dan bir tanker geçiyor, oluşturduğu dalga ayağıma geliyor. Dizi dizi sandal bozması motorlar, deniz dolmuşu bunlar, beş- altı kişilik, bana en yakın olanının adı Profesör, yanındaki Piri Reis....İnenleri, binenleri seyre daldım biraz, sonra yoğurdum geldi. İsmail ağa kahvesindeyim,1870'de İsmail Hakkı Bey bu evciği satın almış. O zamanlar Piyer loti'den sonra boğaz'ın en büyük kahvehanesiymiş. İlk kurulduğu zaman kahvesi ünlüymüş, o dönemde kahveyi müşterinin önünde kavurur, çeker ve pişirirlermiş. 93 harbi( 1878 Osmanlı-Rus harbi) sonrası İstanbul'a gelen Bulgar göçmenler Kanlıca'ya yerleşmişler ve böylece İsmail Hakkı Bey de onların teneke tepsilerde yapıp sattığı yoğurtla tanışmış, sonrası malum. Yoğurt inanılmaz lezzetli, o marketlerde satılan Kanlıca yoğurtlarıyla alakası yok. Pudra şekeri, bal, reçel ya da pekmezle servis ediliyor. İzmir'de ballı yoğurt ünlüydü çok yedim, çocukken annem yoğurdu pekmezle yedirirdi, bu kez pudra şekeriyle denedim.. Nefis, tadı o kadar güzel ki, keşke cam ya da toprak kapta olsaydı diye düşündüm. Ardından çay , ince belli bardak, tavşan kanı dem. Tam karşıya bakıyorum, sırtımı ışıksız hali metal yığınından başka bir şey olmayan köprüye dönüyorum, sevimsiz bir kaç gökdelen siluetini görmezden geliyorum. Olağan dışı bir güzellik. Bakın işte yine dolmuşa binip eve döneceğim, yatak bedava, kahvaltı bedava, Asya'da oturmuş, Avrupa'ya bakıyorum, ağzımdan lezzet fışkırıyor. Yahya Kemal'i düşündüm, ne güzel yazmış ama....
''Günler kısaldı...Kanlıca'nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları
Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa
Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa
İçtik bu nadir içkiyi yıllarca kanamadık
Bir böyle zevke tek bir ömür yetmiyor, yazık!''
Kanlıca'ya bir daha gideceğim, bir akşam vakti, iskelenin tam karşısındaki sokakta İkinci Bahar diye bir lokanta varmış, İstanbul'u yavaş yavaş, sindire sindire bitireceğim, vaktim çok
Gezi yazılarını okuyorum. Gezi bloglarına göz gezdiriyorum. Çoğunluk uzak uzak gezmelerini anlatıyor. İşte Uzakdoğu'nun filanca şehrinde bir meydan, Afrika'da safariden bir kesit, cruise ile bir günde üç şehir gezmeler, Avrupa'dan kuleler, kaleler, saraylar....Kolay değil bu seyahatler. Zaman lazım, en önemlisi para lazım. En basit gezi bin Euro'dan fazla, o da sadece yol, sabahın kör karanlığında yapılan kahvaltı, yorgunluktan hemen uyuyup kaldığından nasıl olduğunu anlayamadığın oda ve yatak. Ekstra bir şeyler göreyim dersen, cüzdanın ağzını açacaksın. Dönünce elinde kalan ne? Birbirine benzer yüzlerce fotoğraf. Bir kaç ufak hediyelik, giderek unutulan hoş anılar. Böyle geziler yaptım, turlara katıldım, gittiğim yerlere ait anılarım yavaş yavaş flulaştı ama bir yıl boyunca kredi kartı ekstresinde tur parasının taksitlerini görüp durdum.
Kanlıca yollarındayım
Neyse işte, iki yıl önce İstanbul'a yerleştim. Gezmeyi de çok seviyorum ama dedim kendime,artık turlara para kaptırmak yok, bu şehri keşfet Feray. İstanbul'a bakıyorum, kokluyorum, tadıyorum, dolanıp duruyorum. Bu hafta sonu Kanlıca' ya gittim Daha önce, iş için Beykoz'a giderken transit geçmiştim, bir kaç kez de Boğaz turunda denizden görmüştüm. Bu sefer, arabayla gideyim diye niyetlendim, sonra toplu taşımda karar kıldım. Önce metro ile Kadıköy'e geldim. Meydan'dan Beykoz dolmuşuna bindim. Üsküdar'ın o sıkıcı ve çirkin kalabalığı, Çengelköy'ün taşra zerafeti, Kuleli'nin muhteşem görüntüsü'nü ardımızda bıraktık ve Kanlıca iskelesinde indim. Fotoğraf çeke çeke dolandım biraz, ahşap evler, minicik fırınlar, hediyelik eşya satıcıları, daracık yollar, duvarları saran sarmaşıklar, nazlı nazlı sallanarak kuruyan çamaşırlar. Sonra yoruldum, iskeleye dönüp 1870'de açılmış bir kahveye oturdum. Tam da denizin kıyısında, boğaz'dan bir tanker geçiyor, oluşturduğu dalga ayağıma geliyor. Dizi dizi sandal bozması motorlar, deniz dolmuşu bunlar, beş- altı kişilik, bana en yakın olanının adı Profesör, yanındaki Piri Reis....İnenleri, binenleri seyre daldım biraz, sonra yoğurdum geldi. İsmail ağa kahvesindeyim,1870'de İsmail Hakkı Bey bu evciği satın almış. O zamanlar Piyer loti'den sonra boğaz'ın en büyük kahvehanesiymiş. İlk kurulduğu zaman kahvesi ünlüymüş, o dönemde kahveyi müşterinin önünde kavurur, çeker ve pişirirlermiş. 93 harbi( 1878 Osmanlı-Rus harbi) sonrası İstanbul'a gelen Bulgar göçmenler Kanlıca'ya yerleşmişler ve böylece İsmail Hakkı Bey de onların teneke tepsilerde yapıp sattığı yoğurtla tanışmış, sonrası malum. Yoğurt inanılmaz lezzetli, o marketlerde satılan Kanlıca yoğurtlarıyla alakası yok. Pudra şekeri, bal, reçel ya da pekmezle servis ediliyor. İzmir'de ballı yoğurt ünlüydü çok yedim, çocukken annem yoğurdu pekmezle yedirirdi, bu kez pudra şekeriyle denedim.. Nefis, tadı o kadar güzel ki, keşke cam ya da toprak kapta olsaydı diye düşündüm. Ardından çay , ince belli bardak, tavşan kanı dem. Tam karşıya bakıyorum, sırtımı ışıksız hali metal yığınından başka bir şey olmayan köprüye dönüyorum, sevimsiz bir kaç gökdelen siluetini görmezden geliyorum. Olağan dışı bir güzellik. Bakın işte yine dolmuşa binip eve döneceğim, yatak bedava, kahvaltı bedava, Asya'da oturmuş, Avrupa'ya bakıyorum, ağzımdan lezzet fışkırıyor. Yahya Kemal'i düşündüm, ne güzel yazmış ama....
''Günler kısaldı...Kanlıca'nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları
Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa
Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa
İçtik bu nadir içkiyi yıllarca kanamadık
Bir böyle zevke tek bir ömür yetmiyor, yazık!''
Kanlıca'ya bir daha gideceğim, bir akşam vakti, iskelenin tam karşısındaki sokakta İkinci Bahar diye bir lokanta varmış, İstanbul'u yavaş yavaş, sindire sindire bitireceğim, vaktim çok