hekimanne gezerken

KÜBA NOTLARI

15:49



1- HABANA yani HAVANA
Havana'ya geldik, evden inanılmaz uzaktayım ama bir tanıdığa gelmiş rahatlığındayım. Belki şimdiye kadar gördüğüm kentlerin en güzeli değil ama efsunlu bir havası var. Pek az şehirde aidiyet hissederim, Habana'da da aynı oldu, keşke yakın olsaydı sık sık gelseydim dedim, hatta yerleşmek bile düşünülebilir diye aklımdan geçirdim. Hele hele eski şehir, yılların solduramadığı kıymetli bir gül gibi. Geçmişte sanatçılar, edebiyatçılar, entellektüeller boşuna sevmemişler burasını. Bu şehre ben de aynen buralılar gibi Habana demek istiyorum.




 Küba'da sanki zaman makinasına girmiş gibiyim. Her şey Türkiye'nin 1960'ları gibi, sadece Kübalılar değişik, Kübalı deyince İspanyollar, Afrikalı köleler ve melezlerden oluşan bir halk. Çok koyu tenliler de var, çikolata rengi olanlar da, yarısından çoğu da açık tenli. Sokaklara bakınca insan kendini film setinde zannediyor.







 Habana' da kiliseler, meydanlar, yüzlerce yıllık oteller, kafeler gördüm tek tek saymayacağım, zaten isimleri çok zor, bu arada bu seyahat sonrası İspanyolca öğrenmeye karar verdim. Gezi planı yaparken olmazsa olmazım 1 mayısa denk gelmesiydi. Her şey yolunda gitti ve 1 mayısta, iki milyon Kübalı ile Jose Martin Devrim Meydanına yürüdüm. Rüya gibiydi, bir de o kadar kalabalıkta tesadüfen meslektaşlarımın kortejine denk geldim, beraberce yürüdük. Anlatılmaz, yaşanır denilen anlardan biriydi.



Ama en çok şimdi adına Devrim Müzesi denen eski Başkanlık Sarayı'ndan etkilendim. Giriş duvarlarında hâlâ kurşun delikleri duruyor. 1953'de bir grup üniversite öğrencisi Batista'yı öldürmeye karar vermişler. Bir yiyecek dağıtım arabasına doluşup gelmişler ve ateş ede ede saraya girmişler, halbuki Batista o sırada gizli tünelden kaçıp gitmiş. Çocukları öldürmüşler tabi. Bir açık hava müzesi var, delik deşik olmuş o yiyecek arabası sergileniyor. Aynı alanda 1957'de Castro kardeşlerin Küba'ya geldikleri Grand Ma teknesi de var. Küçük bir tekne gibi görünüyor, 1953 de Castro Kardeşler, Che Guevara toplam seksen iki kişi ağır silahlarla bu tekneyle Meksika'dan Küba'ya gelmişler. Çatışırken yetmiş kişi ölmüş sadece on iki kişi Sierra Maestro'lara sığınmış ve devrimi başlatmışlar. Burada devrim öyküleri kadar önem verilen ve turist çeken bir edebiyatçı öyküsü de var. Habana'nın hemen yakınında Hemingwey'in İhtiyar Balıkçı ve Deniz romanını yazdığı Cojimar Köyü yer alıyor. Okyanus kıyısında minicik bir köy, aynı köyde, onun sık sık yemek yediği La Terazza rest.da Hemingwey'in, öldükten sonra hiç kimseye satılmayan masasının hemen yanında oturup deniz ürünleriyle dolu kocaman bir tabak palea yedim. Restoranın duvarları Hemingwey'in anılarıyla ilgili fotoğraflarla dolu. Bir de aynı köyde Hemingwey'in evi var. Duvarları kitap dolu, oraya buraya serpiştirilmiş onlarca av hayvanı kafası var, ki hepsini kendisi avlamış. Geniş bahçede bir havuz ve yanında Hemingwey'in Pilar teknesi var. Bir zamanlar bu havuzda Ava Gardner çıplak yüzermiş, şimdi bambu kamışlarının arasında bomboş duruyor.


 Yukarıdan bakınca, Habana'yı çevreleyen üç kale, devasa büyüklükte ekolojik parklar, yarı yıkık dökük koloniyal mimari görüntüsü, puro içen şişman kadınlar, tıklım tıklım dolu barlar, sokaklara taşan son müziği ve danslar ile görsel bir şölenin içine düştüm. Tabi bu coşkun eğlenceden nasibimi aldım. Dünyanın en ünlü gece kulübü şovlarından birisini seyrettim, Tropicana'ya gittim, ormanın ortasında bir hayal dünyası gibi. O şapkalar, o kıyafetler, o renkler, o müzik artık beni nasıl etkilediyse, bir kaç gün rüyamda şovu gördüm. Habana'da bir çok yerde heykeller ve büstler var. Heykeller fazlasıyla sıradan. Sadece onların kim olduğu ilginç, çoğu Jose Martin'in heykeli, Martin ilk özgürlük ateşini yakan devrimci. Bir diğeri Saint Colombos.... bu bildiğimiz Kristof Colomb, onu eskiden aziz kabul etmişler. Bir de canım Atatürk'ümüzün Puerto Caddesindeki bir parktaki büstü var. Bu notları yazarken düşününce, şehrin dört bir yanını gözümde canlandırabiliyorum. Çoğu yerini yürüdüm, panoramik bir tur attım, esas sürpriz son gün geldi, üstü açık, kırmızı, 1957 model ( yani atmış yaşında) bir arabayla, radyosunu sonuna kadar açıp dolaştım, şöför aynı benim gibiydi, neşeli, konuşkan ve devrim üçlüsünden en çok Che'yi seviyordu.

Habana'dan kara yoluyla doğuya doğru gidilirse, hava daha da ısınıyor ve nemleniyor, Küba'nın doğusuna orient deniyor. Bu bölge Afrokübalıların daha çok yaşadığı, şeker kamışının daha çok yetiştiği ve devrim ateşinin ilk yandığı yer. Ben de Habana'dan Santiago de Cuba'ya kadar doğuya doğru 980 km. yol aldım.
 
İlk adımda adının anlamı yüz ateş olan Cienfuegos'a uğradık, minicik bir şehir ama çok hoş bir tiyatrosu var, Tomas Terry Tiyatrosu, şehir 19. Yüzyılda göçmen Fransızların yerleştiği bir yer, güzel bir marinası var, marina dedimse beş on teknelik küçücük bir yer. Cienfuegos yol üstü olduğu için uğranan bir yer.

Buradan sonraki ilk durak Trinidad. Karayip Denizi kıyısında bir cennet. Küba'ya gelirseniz, mutlaka gidin ve bir kaç gün kalın. Habana'ya 1960'lar demiştim, Trinidat'da zaman 1860'larda donmuş, Kent ve içindekiler, bir tablo gibi.
2- İZNAGA
Trinidat'dan buharlı trene bindik. Kompartmanlar açık, sanırım üç vagon vardı, bir yandan duman ve is kokusu, bir yandan çevrenin büyülü ve hüzünlü hali. Güneş o kadar yakıcı ki sanki ısırıyor, şansızlık ya güneş tarafına oturmuşum, en arkaya esintili alana geçtim, gözlerimin önünde yemyeşil Valle de Los İngenios . Arada meyve dolu mango ağaçları, kıpkırmızı çiçekli çalılıklar, yanmış palmiyeler, bodur muz ağaçları, henüz yeni dikilmiş şeker kamışları uzanıyor. Yıllar öncesine gidiyorum, acaba limana Afrika'dan gelen köleleri bu trenlerle mi getirdiler diye düşünüyorum, midem kasılıyor.



İznaga
'ya gelip neşeyle trenden iniliyor. Aslında İznaga bir soyadı. 1850 den sonra Trinidat'da yaşamış, hatta belediye başkanlığı yapmış, çok zengin, İngenios vadisi'nde uçsuz bucaksız şeker kamışı tarlaları olan bir ailenin soyadı. Gittiğimiz köy, onların kölelerinin kaldığı köy, bir köle köyü. Köyü tarlalar çevreliyor, tam kenarında 45 metre yüksekliğinde bir kule var, kaçan köleleri gözetleme kulesi. Şimdi turist ve satıcılarla dolu sıcak ve tozlu sokakların sanki dili var, yaşanmış acıları anlatıyorlar. Hem hava çok sıcak olduğundan, hem kulenin işlevi içimi acıttığından vadi manzarası görmek için yukarı çıkmıyorum. Burada şeker kamışı suyu nasıl çıkıyor, görüyorum, zor, çok zor. Orada çıkarıp hemen turistlere satıyorlar. Bu su Romun ana maddesi ( Küba'da Ron deniyor). Aslında çok tatlı değil, hatta içine rom ve buz konunca tadı iyice kırılıyor. Suyun hafif sarı yeşil bir rengi var. Bulduğum her fırsatta içtim. Yazarken düşünüyorum da tadını tam hatırlayamıyorum, demek ki daha çok içmeliymişim.

Sonra yine Trinidat, ızgara sokaklı, iki katlı dev pencereli evleri olan, film dekoru ambianslı bu şehirde, kafelerden Güney Amerika'nın müziği dışarılara taşıyor. Dükkanlar genellikle home made şeyler ve devrimi satıyorlar.

Bardak, çanakta, giyim kuşamda, kalem, anahtarlık ne ararsan üstlerinde devrim kahramanlarının fotoğrafı var, en çok da Che'nin. Yozlaşmayı dinliyorum( rehber anlatıyor), kısmen gözlüyorum( rüşvetsiz, bahşizsiz iş yürümüyor). O zaman , devrimin çocuklarına üzülüyorum. Sonu böyle olacaksa, neden öldüler?... Trinidat' da bir  kokteyl tattım. Toprak bardakta canchanchara içip, latin müzikle sallandım, köle köyünün stresini atmaya çalıştım ( kançançara) gerçekten müthiş lezzetli. Rom, limon, bal ve buz karışımı bir kokteyl.
3- SANTA CLARA
Trinidat'dan sabahın seherinde yola çıktık. Aslında bir gün önce, bunlar devrimi hoyratça pazarlıyorlar diye kızmıştım ama Santa Clara'da bu anı, yeri, duyguyu dünyaya açtıkları için Küba'ya şükran duydum. Buraya geleli altı gün oldu, ilk kez gözlerim yaşardı, ilk kez boğazım düğümlendi, ilk kez kelimelerim tükendi. Burası Che'nin anıt mezarıydı. Santa Clara'nın simgesi bir heykel, botlu çocuk heykeli, ucu delik bir bottan su akıyor, bir diğeri iyiliksever muhteşem kadın Marta...... Ama en önemlisi Che.  Che 1959 aralık sonunda bir yol aracı çalıp Santa Clara istasyonunda demir yolunu tahrip ediyor. Batista kuvvetlerine ağır silah götüren treni durdurup 18 kişilik gücüyle 480 kişilik Batista ordusunu 90 dakikada yeniyor. İşte bu zafer devrim savaşının sonu oluyor. Santa Clara Che'yi, o da bu şehri çok seviyormuş. Ölümünden (1967) otuz yıl sonra, mezarı Kolombiya'da bulunup, kemikleri ve toplu mezarda bulunan diğer kemikler bu şehre getirilip mozoleye konuyor. Hatta yeniden yapılan cenaze törenine sadece Raul katılıyor ve Fidel gelmiyor. Küba'da hâlâ bariz bir Che hayranlığı var. Hiç bir zaman yaşlanmayan, yakışıklı, coşkulu, her hücresiyle devrimci Che. Yani Fidel'in kıskanması doğal. Doğuştan Küba'lı olmayan bu doktor, canım meslektaşım, görüyorum ki herkesten çok Küba'nın evladı. Mozolesinin yanında bir müze var. Burada Che'nin çocukluğundan itibaren fotoğrafları, kullandığı eşyalar sergileniyor. Sararmış, önünde tentürdiyot lekeleri olan, cebinin altı yırtık önlüğünün önünde kitlenip ağlıyorum. Burası anlatılamayacak kadar hüzün dolu bir yer.
Santa Clara'dan bu ruh haliyle çıkıp Camaguey'e geliyoruz. Burada ha yağdım ha yağacağım bulutunun altında tuk tuk larla şehri dolaştık. Kolonial mimarinin tiyatrosu, kilisesi, yüksek pencereli tipik Küba evleri ile çok şirin bir kent. Buranın en görülesi yeri bir sanat galerisi ünlü Küba'lı ressam heykeltraş Marta Himenes'in galerisi. Himenes'in bir çok heykeli şehrin sokaklarını süslüyor. Hatta iki heykeli, Yılmaz Büyükerşen'in davetiyle geldiği Eskişehir'deymiş. Buradan hatıra Himenes'in yaptığı bir kolye aldım. En önemli figürü çocukken dikiş diken annesini hep seyrettiği dikiş makinası ve feminist ruhunun vücut bulduğu dağınık saçlı şişman kadınlar. Tabloları uzun uzun seyredip, tüm oteller gibi devletin işlettiği otelimize yol alıyoruz.
4- SANTİAGO YOLUNDA
Camaguey'den yola çıktık. Bayamo'ya gidiyoruz. Yol bozuk, tangır tungur ilerliyoruz. Hatta bazı yerlerde asfalt bitiyor, toprak yol içimi dışıma çıkarıyor. Yolun kenarında uçsuz bucaksız şeker kamışı tarlaları, kaburgaları sayılan zayıf ineklerin otladığı çayırlar, atlarının üstünde kovboy şapkalı zenciler, minicik kulübelerinin önünde sallanan koltuklarında uyuklayan yaşlılarla dolu yol nihayet bitiyor. Bu arada mola yerinde çocukluğumda yediğim muzlar gibi lezzetli muzlar yiyip yorgunluğumu unutuyorum. Artık Bayamo'dayım. Cespedes'in evini ziyaret ettik. Cespedes ilk devrimcilerden, tüm kölelerini azadedip İspanyollara savaş açmış, gerçi yakalanıp kurşuna dizilmiş ama şu anda kahraman. Bayamo'dan sonra yağmur başladı. Yol iyice bozuldu, nihayet Santiago'dayız. Sierra.... dağlarına baka baka ilerledik
5- SANTİAGO DE CUBA Artık adanın en doğusundayız. Sağımız solumuz Sierra Maestro Dağları. Bu dağlar, devrimcilerin 1,5 yıl saklandıkları ve gerilla savaşı yaptıkları dağlar. Tüm Küba gezisi, devrimin ayak izlerini izleyerek geçti. Tabi arada çok da eğlendim, Casa De La Trova'ya gittim, değişik bir yer, biraz eş bulma yeri gibi, harika vücutlu, balık gibi kıvrılan yeşil elbiseli bir kadın ve yakışıklı zenci partnerini seyredip, mohitamı yudumladım. Ertesi gün inanılmaz yakıcı bir güneş, boğucu neme rağmen önce devrimin ilk başlangıç noktası olan Moncada Kışlası'na gittim. Castro kardeşler ve diğer devrimciler burayı 26 Temmuz 1952'de basmışlar. Ve devrim başlamış. Bina şu anda, 26 Temmuz İlk okulu, duvarlarının bir kısmında kurşun izleri hala duruyor. Devrim Meydanı, Cespedes Parkı ve Fidel Castro'nun mozolesini, ter olup aktığım anlarda dolandım. Mozole büyücek bir kaya, onun altında Castro,nun külleri varmış. Mozolenin önüne pembe bir gül bıraktım. Cespedes'e gelince, bu adamı çok sevdim. Aslında toprak sahibi, zengin yani tuzu kuru. Ama o tüm kölelerini serbest bırakmış, hadi bana katılın özgürlüğümüz için savaşalım demiş, ardından da öldürülmüş ama yaktığı devrim ateşi hiç sönmemiş. Aynı zamanda şair, hatta Küba Milli Marşı'nın sözleri onun bir şiiri, Cespedes'in evini Bayamo'da görmüştüm, gri boyalı, iki katlı, mütevazi bir ev. Santiago'da Cespedes Parkı'na bakan Belediye Binası'nın balkonu da çok önemli. Fidel Castro Küba'nın artık devrimcilerin kontrolünde olduğunu, Batista'nın kaçtığını bu balkondan halka duyurmuş.

6- PİNAR DEL RİO ve VİNALES
Santigo'dan iç hat uçuşuyla tekrar Habana'ya geldim ve oradan batıya doğru yola çıktım. Şehrin batısı en lüks yeri, elçilikler, geniş ekolojik parklar ve güzel evler var. Bu semtin adı Miramar. Bu güzel görüntüyü ardımızda bırakıp batıya doğru yol aldıkça, bitki örtüsü ve hava değişti, daha az nemli, görece olarak daha serin bir hava var. Serin dedimse hala 27 derece. Burada şeker kamışı yok. Tütün ve mısır yetiştiriliyor. İki saatlik bir yol sonrası Pinar del Rio'ya geldik. İspanyollar 16. yüzyılda buraya geldikleri zaman bölgede bir nehir ve ananas ağaçlarının oluşturduğu bir orman varmış, onlar da şehri kurmuşlar adına da ananas nehri anlamına gelen Pinar del Rio demişler. Doğuda ki Küba şehirlerine göre çok ufak ve köhne bir görüntüsü var. Ama buraya gelinme nedeni şehrin kendisi değil. Yanı başındaki Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde olan Vinales Vadisi. Tropik bir orman düşünün, aynı zamanda içinde kayalıklar ve mağaralar olan, arada hiç ağaçsız geniş çayırlar barındıran. Tam bir tabiat harikası. Hatta Diego Morales'in öğrencilerinden Morillo kayalardan birisine evrimi anlatan bir kaya resmi yapmış ( El Mural de la Historia). Mağaralardan birisinin içinde yer altı nehri var. İçinde kayıkla geziliyor. Cueve del İndio mağarasında kayıkla dolanıp, kayıkçıyla beraber sarkıt dikitlerin nelere benzediğini konuşuyoruz. Timsah kafası, deniz atı, balık, Kolomb'un gemileri.... daha neler, neler
7-GENEL Tam tropikal olmasa da sıcak ve nemli bir iklimi var. Benim orada bulunduğum süre boyunca iki kez yağmur yağdı, gök gürültülü, şimşekli bir şeydi. Genelde hava gezmeye uygun, yağmursuz mevsim yani kasım-nisan arası tam bizim havamız var. Ülke, her tropik ülke gibi meyve cennetti, ağaçlar mangodan yıkılıyor, muzlar mis gibi kokulu ve enfes, ananaslar manavlarda dağlar gibi yığılmış, papayadan çok haz etmedim ama yerinde şifadır diye onu da yedim, çağla-erik arası bir meyve pepinoyu ağacından topladım. Bir de kokonatlı dondurma vardı, tadı ve çıtırları sanki hala damağımda. Yemekler güzel, en ilginci siyah fasülye çorbasıydı, hatta pazardan aldım, bir ara pişireceğim. Bir de içme alışkanlığı var tabii Rom ile yapılan tüm kokteylleri içtim, en çok mohito'yu sevdim. Bir de alevli kahve frappe var, yapılışını seyretmek de , içmek de süperdi. Frappe yapan kendisi dev, purosu dev zenciyi hiç unutmayacağım. Yer gök yeşil, özellikle kara yoluyla iki şehir arasından gidiyorsanız, aradaki köyler yoğun bitki örtüsünden görünmüyor. Para birimleri Peso ama değeri o kadar düşük ki devlet konvertible peso CUK diye bir para çıkarmış, değeri Euro ile aynı... işte bence dananın kuyruğu burada kopmuş. Devlet maaşları Peso olarak ödüyor, mesela bir doktor maaşı 50-60 CUK kadar, ki bu en yüksek maaşlardan. Öte yandan turist peso kullanamıyor, her şeyi CUK ile satıyorlar, mesela bir şişe su 1 CUK. Bu hesaba göre, bir doktor maaşıyla 50 şişe su alabilir. Sağlık ve eğitim bedava, bir miktar yiyecek ve temizlik malzemesi de bedava dağıtılıyormuş. Hesaba göre, turist fahiş fiyatlarla kazıklanacak ve elde edilen parayla, halkın lehine yatırımlar yapılacak. Halk da devletin kendine verdiğini yeterli bulup, razı olacak. Ama böyle olamamış. Yine güzel semtler, zenginler, su gibi para harcayanlar var ki bunlar genellikle rüşvetçi yöneticilermiş. Çünkü büyük toprak sahibi olunamıyor, sanayi zaten yok, fırsat buldukları her şeyden rüşvet alıp zenginliyorlarmış. Amerikan ambargosu ve Sovyetlerin yıkılmasının ardından Rusya yardımının kesilmesi sonrası hiç hazırlıksız bir şekilde turizme açılmışlar. Bu zengin fakir uçurumunu daha da derinleştirmiş, fakir ve sıradan halkla turist arasında devlet duramayınca, korkunç bir ahlaki ve sosyal çöküntü olmuş. Turistlere yakın olanlar ve buna rüşvet alarak göz yuman yetkililer daha da zengin olmuşlar, yakın olamayan kesime gelince, en büyük çıkışı seks turizminde bulmuşlar, genç erkek ve kızların pek çoğu maalesef böyle. Bunun dışında isteme ve yumuşaktan dilenme toplumun her kesiminde. Devrimi yapanlar, bu uğurda tüm hayatlarını harcayanlar, işkence görenler ve ölenler kendilerinin ve uğruna her şeylerini verdikleri Küba'lıların nasıl pazarlandığını görseler ne hissederlerdi acaba. Günün birinde devrim turizmi biterse, sadece deniz ve seks turizmine kalacaklar, yazık ki ne yazık.

Bİ DE BUNLAR VAR

0 yorum