hekimanne gezerken

Berberilerin anayurdu Fas

21:24

 Bir daha Fas’a gelir miyim? İnanın gelirim.
 Gideceğim ülkeleri, şehirleri herhangi bir nedenle seçerim. Bu neden, çoğunlukla bir fotoğraf olur. Bazen de bir kitapta geçen bir cümle, bir filmin bir sahnesi, bir yemek, bir koku....vs. Fas’a gitmeye karar vermemdeki en büyük neden de Kazablanka’yı görme isteğimdi. Hani o hepinizin bildiği ünlü filmden ötürü, o şehir bana hep gidilesi ve görülesi geldi. Ama işler hiç de düşündüğüm gibi gelişmedi.


   Aramızda üç saat fark var, İstanbul’dan Kazablanka’ya THY’nin direkt uçuşu var, yol beş saat... tam tadında bir süre ama valizim en son çıktı ve hafif bir heyecan dalgası yaşadım. Neyse sonunda geldi, Kazablanka’yı önce sadece hava alanıyla gördüm ve hemen Rabat’a doğru yola çıktık. 447.000 km2 yüzölçümündeki bu ülkenin ortasında Atlas Dağları’nı iki kez aşarak eliptik bir daire çizeceğiz. Güzergahımız Rabat- Meknes- Fes- Azrou- Midelt- Erfoud- Merzuga- Ouarzazate- Ait Ben Haddou- Marakeş-Kazablanka


  Şimdi rotamıza göre, sırayla olanı biteni anlatayım......
Rabat Fas’ın 1900’lerin başından bu yana başkentiymiş.
 
Rabat’ın adı rıbat’tan geliyor , rıbat kervansaray demek. Bu şehir tam Atlas okyanusunun kıyısında, ortadan Rap Rap nehriyle bölünmüş iki ayrı kısımdan oluşmuş. Rabat ve Sellam... gezmeye başladık, kralın sarayı, minnak bir arkeoloji müzesi(minicikti ama bronz eserler görmeye değer), 5.Muhammed türbesi , çan kulesini andıran kare minareler, dört katlı beyaz evlerle arapımsı Akdeniz havasını koklaya, koklaya dolaştık


Her gezdiğim şehirde ne kadar güzel, burada yaşıyor olsam kesinlikle burada otururum dediğim yerler olur. Rabat’da yaşasaydım kesin Kasbah’da yaşarmışım. Kasbah ilk kurulan şehir, daracık taş sokaklar, mavi-beyaz duvarlar, Ortaçağ'ın kokusu, Kasbah’ın dibindeki Atlas okyanusunun serinliği ile muhteşemdi. Aklımda kaldı, gönlümde kaldı. Kasbah’ın hemen karşı mahallesi Medina, burası kapalı çarşı kıvamında bir yer, ilgimi çekti desem yalan olur.

Rabat'dan Fez’e gideceğiz, önce Rabat’daki müzede görüp hayran olduğum bronz şaheserlerin bulunduğu Voluabilis Antik Kenti’ne, sonra da  Meknes’e uğrayacağız

Meknes deyince aklımda kalan, meydanda kobra oynatan adam, bir gözü kızarmış uyuşmuş yılan, bir nevi köylü pazarı kıvamında açık hava çarşısını çevreleyen surlar ve Fas’ın en güzel kapısı denen Bab El Mansour....

Meknes, hem hiç bir şey, hem her şey gibi..... şöyle bakınca, kuralsız trafik, bir tek gölgenin olmadığı geniş, tozlu bir alan, bu alana açılan daracık karanlık, baharat kokan sokaklar göze çarpıyor. Bu sokaklardan birisinde daracık bir kapıdan başımızı eğerek girdik, inanmayacaksınız ama içerisi sanki saray, Meknes’e yolunuz düşerse burada mutlaka yemek yiyin, çok lezzetliydi çok. Bu şehir de Unesco’nun Dünya Kültür Mirası listesinde yer alıyor. Bu kenti zamanında İdrisiler kurmuş.


Voluabilis Antik Şehri, bir Roma şehri. Fez’e giderken Atlas dağlarının eteğinde kurulmuş, bir zamanlar müthiş güzel bir şehirmiş, tam iki saat taş taş dolaştım. Voluabilis, zakkum demekmiş, kim bilir bir zamanlar bu ismi koyacak kadar çok zakkum mu vardı, şimdi zakkum görmedim ama dağ taş zeytin dolu ve gökyüzünde de leylek. Bizden göçüp gelen leylekler buraya gelmişler. Zakkumkentten (Voluabilis) tam karşıya bakınca İdrisilerin ilk oturdukları kent olan Molla İdris’i görüyorsunuz. Dağın tepesinde küçük bir yerleşke.

Fez, ya da Fes Osmanlılar Fas’ı fethettikleri zaman baş kentmiş, ülkenin adı o zamanlar her neyse, Osmanlı ülkeye başkentin adıyla seslenmiş, şu anda Fas dememizin nedeni bu, diğerleri Morocco derken, Faslılar ülkelerine Mağribi el aksa yani batının en ucu diyorlar.  Fez’de 16. Yüzyıla doğru yola çıktık, surların içindeki eski şehir yani Medina inanılmaz ilginç, bir labirent düşünün ve yolları iki kişinin yan yana zor sığdığı kadar daraltın, karşılıklı dükkanlar koyun ama bunları belirli bir düzene göre değil, karmakarışık koyun, şimdi gözünüzde canlandırın, bir açık, etlerini kafasının üstüne asmış kasap, karşısında terlikçi, yanında kuyumcu..... bu labirentin içinde 859 yılında kurulup günümüzde eğitime devam eden Karouine Medresesi ve camisi var. Camiye yabancıları test ederek alıyorlar, dua okuyorsun müslüman olduğundan emin olurlarsa izin var. Ben giremedim, her yerim kapalı olmasına rağmen pantolonum çiçekli diye geçit vermediler. Bir Musevi mahallesi var, oradaki Sinagoglara kolayca girdik. Fez’de kralın bir çok sarayı var, zaten bu şehre  Fas Versailles’ı denmesinin nedeni de bu saray bolluğu. Kral her ramazan başında, kadir gecesinde ve tahta çıktığında buradaki büyük sarayına gelir, devasa bronz kapının önüne çıkarmış. İşte bu kapıyı gördük, tabi kapalı kralsız halini, muhteşem bir işçilikti....

Fez’den otobüsle doğuya doğru yola çıktık, Dait Aqua Gölü'ne uğradık, Dait zaten göl demekmiş, ancak su kalmamıştı, hem de hiç, her yer kupkuruydu, kuru yeri görüntüleyip, göl diye işaretledik......
doğuya gittikçe Berberilerin yerleşimleri yoğunlaştı. Fas halkının %65i Berberiymiş, ancak yazılı kültürleri oluşamamış, ülkeyi Arap kökenliler yönetiyormuş, gerçi şimdiki kralın annesi Berberiymiş. Belki bu nedenle veya demokratik olduğundan bilemiyorum, son kral Berberice’yi Arapça ve Fransızca’dan sonra üçüncü ana dil olarak kabul etmiş.
Değişik görünüyorlar, koyu tenliler, genelde uzun boylular, gözleri pırıl pırıl parlıyor, hediyelik eşya satanları ile fotoğraf çektirdim, fotoğraf sanki sesliymiş gibi çekilirken Berberilere özgürlük diye sesleniyorlar. Kendilerine Berber diyorlar, ismin kökeni tahmin edebileceğiniz gibi barbardan geliyor, söyleyenler de batılılar....orta büyüklükte bir Berberi köyünde Azrou’da durup düz çatılı evleri, kare minareyi, kara gözlü güleç çocukları seyrettim...

Fas tarafında kalan Sahra Çölü’ne giriş için Erfoud’a geldik ve anlamı çöl sarayı olan bir sahra oteline yerleştik. Burası Cezayir sınırına çok yakın. Gelmeden önce bir arkadaşımla konuşmuştum, çadırlarda kaldıklarını anlatmıştı. Sabah dörtte kalkış, 4x4 lerle çöl sınırına varış..... işte bundan sonrası gerçekten ölmeden önce yapılacaklar listesinde, kelimeler tarif edemez, sadece tek uyarım var, kalın giysi zaten alırsınız da eldiveni ihmal etmeyin, ellerim dondu, bir kuzey kutup dairesini geçtiğimde elim üşümüştü, bir de Sahra Çölü’nde üşüdü... Develere binilen yerin yakınında renkli çadırları gördüm, meğerse orası arkadaşımın bahsettiği çadırlarmış, artık bir dahaki gelişime orada kalırım. Devem dişi, ismi Hanna, yıllar önce Side’de deveye binmiştim, çok rahatsız gelmişti, halbuki Hanna beni sonsuz rahat ettirdi.


Tinghir vadisi ve Todgha geçidi


Çöl dönüşü Quarzazate’ye geldik. Burası çölün dibindeki bir platoya kurulmuş, sanki çöle açılan bir kapı gibi, ismi Berberi dilinde gürültü ve karmaşadan uzak anlamına geliyor. Şehir ve çevresi Holywood’un film platosu, dünyadaki en büyük film stüdyosu olan Atlas Stüdyosu burada. Hem şehrin doğası, hem de film yapımcılarının desteklenmesi bu konuda etken olmuş. Film yapımcıları ve artistlerinin kaldığı otelde kaldım ve gece çöldeki gibi üşüdüm, klima falan işe yaramadı, ertesi sabah ballı süt, nane çayı desteğiyle geziye devam.....

Ait Ben Haddau, bir Dünya Tarih mirası şehri. Var olanlar arasında en iyi korunmuş kasbah yani kaleymiş. Öyle yalnız ve güzel görünüyordu ki, sanki orta dünya gibi uzaktan baktım, fotoğraflarını çektim.....

Marakeş yani namı diğer Kırmızı Şehir. Binaların çoğu kırmızı tuğladan yapıldığı için böyle deniyormuş. Gün batarken koca şehir yanıyormuş gibi görünüyor.Anlatılamaz yaşanır şehirlerden birisi. Adı, Berberice Mar-Akush’dan geliyormuş, anlamı tanrının toprakları demekmiş. Ve şehri dolanmaya başlayalım, Jardin Majorelle bahçeleri, adı üstünde bahçe, 1920’lerde Fransız bir mobilyacı, ressam olmak istemiş, Fas’la ilgili resimler yapmak isteyen Jacques Majorelle buraya bir ev yaptırmış, çevresine de bahçe, şu anda içinde üç bin çeşit bitki olduğu söyleniyor, hatta on iki çeşit kuşa da ev sahipliği yapıyormuş, sanırım bitkileri yavaş yavaş dikmiş, ekmiş ve sonunda bir trafik kazası geçirmiş ve bahçenin satılmasına karar verilmiş, 1980’de Yves Saint Laurent ve ortağı Pierre Berge ikilisi burayı satın almış. Laurent Cezayir doğumlu, herhalde bu coğrafyaya merakı vardı. Neyse bahçeyi almışlar, onlar da biraz daha ekip dikmişler ama hiç bir şey hiç bir kimseye kalmıyor ya, Laurent 2008’de ölmüş, vasiyeti gereği de küllerini bu bahçeye serpmişler. Çeşitli tur şirketlerinin programlarına baktım, nedense tümünde Fas’a geleni, bu bahçeye götürüyorlar. Üç bin çeşit bitkinin en ilginçleri kaktüslerdi, bahçenin içinde bir Berberi Folk Müzesi de var, küçük bir kafe, minik süs havuzları, Laurent’in binlerce liralık çantalarını satan bir dükkan...vs. Yani bahçe, bakımlı ve güzel bir bahçe, bir daha yolum düşse gider miyim? Tabii ki hayır......

Marakeş’de dolu dolu iki gün boyunca Kurtubia Camisi, Marakeş Müzesi, Ben Youssef Medresesi, Sadi Hanedanı Türbesi, Kasbah Camii, Mellah ve Sinagog, Bahia Sarayı ve El Badi Sarayı’nı dolaştık... hepsi de inanılmaz güzeller. Bunları bir kez daha görmek ister miyim? Hayır bir kez gördüm, çok beğendim, öykülerini dinledim, fotoğrafladım, yeter...



Beni Marakeş’e bir daha gelirim, hatta bir kez daha gelirim dedirten yer bir çarşı meydanı Jemaa El Fna yani Kıyamet Meydanı.... gerçekten adı gibi kıyamet, Fas demek Marakeş demek ve Marakeş demek Kıyamet Meydanı demek.... eskiden kafası kesilen suçluların kafaları burada sergilenirmiş, meydan adını bundan almış.... Unesco tarafından insanlığın somut olmayan sözlü mirası listesine eklenmiş....buradan içi boşaltılmış bir deve kuşu yumurtası aldım, bu kabuğu koyduğunuz odaya hiç böcek girmezmiş, doğru mu acaba? Deneyip göreceğim.
Marakeş’de kaldığımız gece Chez Ali diye bir yere gittik, Ali’nin yeri gibi bir anlamı var. Yemek, Berberi müziği, sonra at gösterisiyle ilginç bir geceydi.
Marakeş’ten Kazablanka’ya geçtik. Fas ruhu tekrar kayboldu. Gerçi vitrayları süper bir katolik kilisesi ve dünyanın 5. büyük camisi 2. Hasan Camisi çok güzeldi.   Camii devasa bir şey, yardımlarla yapılmış, halbuki o kadar paraya çöle yakın şehirlere kaç okul yapılırdı.



Fas’a gelme kararı almama neden olan film Casablanca’ya gelince, filmin bu şehirle alakası yok, film ABD’de Universal Stüdyolarında çekilmiş. O sıralar Kazablanka on bin nüfuslu bir şehirken, filmin rüzgarını arkasına almış ve zenginliği-nüfusu-popülaritesi kısaca her bir şeyi artmış. Bir de filmdeki kafenin aynısını yapmışlar, Rick’s Cafe turistlerle dolup taşıyor, tabii bizde gittik, bir an önce yiyip gitsinler maksatlı jet gibi servisleri var. Çakmaydı falan ama ambians ve caz müziği güzeldi.

Bir daha Fas’a gelir miyim? İnanın gelirim, Marakeş’e gelirim. Kaç gün kalırsam kalayım, her gün Kıyamet Meydanı’na giderim. Bir gün sadece seyrederim, bir gün yılan oynatıcıları, maymuncular, akrobatlar arasında dolanırım, sokak tezgahlarında karnımı doyururum. Bir gün sokak müzisyenleri ve dansçıları ile vakit geçiririm. Sonra meydana açılan labirent gibi yollardan rengarenk, misk-i amber kokulu çarşıya dalarım. Bir gün mutlaka elimi kolumu kınalatır ve fal baktırırım.... evet mutlaka bunları yaparım. Boşuna Fas’ın kalbi Marakeş’de, Marakeş’in kalbi de Jemaa el fna’da atıyor dememişler.....








Berberilere tüm saygım ve desteğimle...........

Bİ DE BUNLAR VAR

0 yorum