hekimanne gezerken

Rio de Janeiro

16:00

Akla kara gibi, iyiyle kötü, güzelle çirkin gibi bir şey
Yıllar önce... öyle böyle değil çok önce......
Elli yıl kadar önce bir fotoğraf görmüştüm. Eskiden Ses diye bir magazin dergisi vardı, fotoğrafı orada görmüştüm, Zeki Müren’in bir fotoğrafıydı. Rio de Janeiro’ya gitmiş, aylardan aralıktı, o sırada ben Ankara’dayım, karakışın soğuğu ve karı başkenti kasıp kavuruyor, fotoğraftaki Zeki Müren ise, mayosunu giymiş, bir plajda uzanmış, kızarmış muzu nasıl yediğini anlatıyor. Fotoğrafa bakakalmıştım, Güney Yarımküre’de mevsimlerin ters olduğunu biliyorum ama yine de bakakalmıştım. Henüz hiç yurtdışına çıkmamıştım, arada Paris’e gitmenin hayalini kurardım ama Brezilya o kadar uzak ve imkansızdı ki, hayallerime bile sızamıyordu. Aradan çok uzun yıllar geçti, ben bir gezgin oldum, varlığından bile haberdar olmadığım coğrafyalarda dolanıp duruyorum ve nihayet bir gün, hem de bir aralık ayında Rio’ya gittim. THY Sao Paolo’ya uçuyor. Burası Brezilya’nın eğitim ve kültür şehriymiş, ben sadece havaalanını gördüm. Guarulhos Havalimanı’ndan iç hatlara geçtim ve sonunda Rio’dayım, İstanbul’dan itibaren toplam 19 saat yolculuk sonrası kendimi yatağa attım. Otelimiz Copacabana kıyısındaki otellerden birisi, okyanusun sesini dinleye dinleye uyuyup kaldım.


Cidade Maravilhosa” yani “Muhteşem Şehir” olarak bilinen Rio de Janeiro, Portekizce’de ‘Ocak Irmağı’ anlamına geliyormuş. Portekizliler bu topraklara Ocak ayında gelmişler ve ilk karaya çıktıkları noktada denizin içe doğru haliç yaptığı kısmı nehir zannetmişler, böylece kurdukları şehre bu ismi vermişler.
Şehir, akla kara gibi, iyiyle kötü, güzelle çirkin gibi bir şey. Zenginle fakirin birbirine hem bu kadar yakın, hem de bu kadar uzak olduğu bir şehir görmemiştim. Okyanus kıyısına kadar yaslanan yağmur ormanlarının arasındaki değişik biçimli tepelere kurulmuş şehrin içinde, orada yaşayanların bile giremediği gecekondu mahalleleri var, bunlara favela deniyor. 


Rio’nun yaklaşık nüfusu on dört milyonmuş ve şehirde büyüklü küçüklü yedi yüz favela varmış, nüfusun yarısı oralarda yaşıyormuş. Ben, yedi yüz faveladan hiç birisini göremedim, daha doğrusu uzaktan, çok uzaktan gördüm. Bizim turumuz, oralar güvenli olmadığından programa alamadı, aniden uyuşturucu çetelerinin çatışması çıkar, arada kalırsınız dediler. Buralar, boşaltılamayan ve yatırım yapılamayan garip mahalleler.....Hatta bizde olması mümkün olmayan işler için kullanılan laflar vardır ya, çıkmaz ayın son çarşambası deriz, ölme eşeğim ölme de yonca bitsin yedireyim deriz. Buralarda bir laf var, şapka fabrikası bitsin sonra diyorlar. Meğerse, ilk kez favelalardan birisine yatırım yapmaya karar verilmiş ve bir şapka fabrikasının temelleri atılmış, ardından defalarca yönetimler değişmiş, fabrika hala sadece temelden oluşuyormuş. oranın yapılmayacağına o kadar inanmışlar ki, böyle bir deyimleri var. Rio’ya gidip de favela görmüşlerin notlarını okudum. Bazılarına pasifize edilmiş mahalle deniyor, buralarda VPP( pasifize edici polis birimleri) görevlendirilmiş.

Favelaların içinde en büyüğü Roçinha, en küçük ve en güvenlisi Santa Marta’ymış. Genç bir Türk çift, favelada büyümüş bir yerel rehberle Roçinha’ya gitmişler, yanlışlıkla bir suç ortamının fotoğrafını çekme hatası yaparlar diye rehber uyarmış, hiç fotoğraf çekememişler, sadece anlatmışlar, ilginç, çok ilginç ama gözümde çok da canlandıramadım, yani bizzat gidip görmek lazım. Zeki Müren ne kadarını görmüştü bilmiyorum ama ben dediğim gibi Rio’nun sadece yarısını, iyi-güzel-ak-turistik yanını gördüm.

Okyanus kıyısı demek, plaj demek. Bir İzmir'li olarak plajlara fazlasıyla alışığım ama Copacabana bir başka, çok güzel, çok geniş, eğlenceli, rengarenk, sporlu, müzikli, danslı, yemeli, içmeli. Denizine gelince, okyanus bizim denizlerden çok farklı, rengi farklı, dalgası farklı, yanlış adım atarsan seni yutuverecekmiş gibi.

Copacabana’nın haricinde iki ünlü plaj daha var, İpanema ve Leblon plajları. Şehir, plajlar bölgesinde lüks apartmanlarla ve dizi dizi otellerle dolu, apartmanlar güvenlik nedeniyle yüksek demir parmaklıklarla çevrili, hepsinin kapısında özel güvenlik var, banka şubeleri üç polisle korunuyormuş. İçeride, dışarıda her yerde dikkat edin uyarılarıyla dolaştık. Gaspta o kadar ilerlemişler ki insan bile kaçırıyorlarmış, parasını, mücevherini, telefonunu falan değil, insanın tümünü çalıyorlar. Gezi otobüslerinin camları film kaplı, güvenlik nedeniyle böyleymiş. Bir de çok zengin bölgeler dışında bir koku var, özellikle ara sokaklar çok pis, rutubet kokuyor, aynı koku otobüslerde de var.

Şehri gezmeye başladık, ilk durağımız Maracana Stadı. Stadların anası lakaplı stadyumun gerçek ismi Mario Filho. Mario Filho çok sevilen Brezilyalı bir gazeteci yazar, 1966’da ölmüş ardından da stada adı verilmiş, ama kimse bu adı kullanmıyor Maracana diyorlar. Stadın önünden bir dere akıyor ismi Maracana, anlamı şıkır şıkır, işte onun ismiyle anılıyor. Rio’nun yarısını gördüğüm gibi stadın da sadece dış duvarlarını ve kapısını gördüm.

 Şehir yemyeşil, insan elinin yaptıklarını örtmeye, onarmaya çalışan doğa harika. Rehberimiz rastladığımız ilginç ağaçların isimlerini söyledi, zor isimler ama anlamları çok hoş. Etraf para, ekmek, demir ağaçları, ağaç orkideleri, papağan gagası çiçeği ağaçlarıyla dolu. Amazon Nehri'nin 4/5i Brezilya’da, ama maalesef ülke ağaç kesiminde dünya ikincisiymiş, yani Amazon ormanlarını bitiriyorlar.



Rio’ya gelenin mutlaka gittiği Sugar Loaf Tepesi yani Kesme Şeker Tepesi’ne iki ayrı teleferikle çıktık, şehri kuş bakışı görebildiğiniz muhteşem bir tepe. Körfez süperdi, Portekizlilerin şehre ilk girdiği yer, ilk kolonial bina, adalar, haliç her şey ayak altındaydı, çıkarken yoğun sis vardı, rehber tüh dedi, göremeyeceksiniz. Ama tepede sis yavaş yavaş dağıldı, sonrası görsel bir şölendi, tek kelimeyle müthişti.




Yürüyerek kolayca gezebileceğiniz alanda, konservatuar, tiyatro, meclis binaları çok güzel, onun dışındakiler sıradan. En çok aklımda kalanlardan birisi Rio de Janeiro Katedrali ( The Metropolitan Cathedral of Saint Sebastian) dışarıdan piramite benziyor, Edgar Fonseca tarafından Mayaların yapı stili göz önüne alınarak inşa edilmiş, içi son derece yüksek tavanlı, konik biçimde, duvarlarda düz çizgili vitraylarla hikayelendirilmiş pencereler var, mutlaka görülesi bir bina.



Her gün bitiminde otele gelmek harikaydı, penceremden bakmalara doyamadım, Copacabana plajı çoook güzel, odamın manzarasını, buluta bulanmış dağları valize koyup getirmek istedim.

Veee Kurtarıcı İsa heykeli 2007 de dünyanın yeni yedi harikasından biri seçilmiş, bizim Ayasofya ile yarışmış, hangisi harika derseniz tabii ki Ayasofya..... devasa bir heykel, ünlü Corcovado (kambur)Tepesi'nde yer alıyor. Corcovado Tepesi, Tijuca Ormanları'nın içinde yer alan granit bir dağ, oraya trenle çıktık, İsa, kollarını açmış, müthiş Rio manzarasına bakıyor. Sabuntaşından, Brezilya’nın kuruluşunun 100. yılı için yapılmış, öylece özelliksiz dev bir heykel, ama kese kese bitiremedikleri Atlantik yağmur ormanlarının arasından çıkmak çok heyecanlıydı, sıra sıra ekmek ağaçları, silver ağaçları rüya gibiydi.....


Rio’ya gidenlerin mutlaka gittikleri bir yer daha var. Selaron Merdivenleri. Selaron Şili’li bir ressam ve seramik sanatçısı, elliden fazla ülkeyi gezdikten sonra 1983’de Rio’ya gelmiş ve yerleşmiş, 1990’dan sonra da merdivenleri yapmaya başlamış. Rio’nun bohem bölgesi Lapa’da bulunan, Convento de Santa Teresa semtindeki 215 basamak için dünyanın en orjinal merdiveni deniyor. Tüm basamakları yavaş yavaş çıktım. O sırada Selaron’un hayatını bilmiyordum, merdivenlerde neler olup bittiğini bilmiyordum. İyi ki de bilmiyordum, Türkiye’de dahil, dünyanın dört bir yanından gelen mozaiklerin, renkli fayansların tadını çıkardım. Meğerse merdivenler uyuşturucu ticaretinin merkezlerinden birisiymiş ve Selaron’un yanarak kömür olmuş cesedi bu basamaklarda bulunmuş. Zavallı Selaron, Şili’den diktatörlükten kaçarken ardında hamile karısını bırakmış. Sonra da onların ölüm haberlerini almış. Ondan sonra her gün hamile kadın resmedeceğine yemin etmiş, bir sürü hamile kadın resmi görüp anlam verememiştim. Oradayken bu hikayeyi iyi ki bilmiyordum. Sanırım basamakları ağlaya ağlaya çıkardım.



Rio Karnavalı’na gelince, geçit yolunu ve seyirciler için hazırlanan locaları gördüm ama karnaval şubat ortasında. Samba, kıyafetleriyle, figürleriyle, başkaldırıcı coşkusuyla bu ülkeye 1600’lerin sonunda Portekizliler tarafından getirilen Afrikalı kölelerle girmiş. Şimdi de, hala itilmişlerin ve dışlanmışların dansı, tüm samba okulları favelalardaymış. Karnavalda yarışan on iki okul da bunların arasındaki en iyilerinden seçiliyormuş. Bizi de bir samba gecesine götürdüler, fena değildi ancak orjinallerini karnavalda görmek isterdim.

Rio'yu gördüm diyebilmem için daha defalarca gelmem lazım. En çok da kara, kötü, çirkin kısmını merak ediyorum. Kimbilir? Belki bir gün..........

Bİ DE BUNLAR VAR

0 yorum