hekimanne gezerken

Kim demiş, ucuza gezilmez diye?

20:40

Asya'da oturmuş, Avrupa'ya bakıyorum, ağzımdan lezzet fışkırıyor


Gezi yazılarını okuyorum. Gezi bloglarına göz gezdiriyorum. Çoğunluk uzak uzak gezmelerini anlatıyor. İşte Uzakdoğu'nun filanca şehrinde bir meydan, Afrika'da safariden bir kesit, cruise ile bir günde üç şehir gezmeler, Avrupa'dan kuleler, kaleler, saraylar....Kolay değil bu seyahatler. Zaman lazım, en önemlisi para lazım. En basit gezi bin Euro'dan fazla, o da sadece yol, sabahın kör karanlığında yapılan kahvaltı, yorgunluktan hemen uyuyup kaldığından nasıl olduğunu anlayamadığın oda ve yatak. Ekstra bir şeyler göreyim dersen, cüzdanın ağzını açacaksın. Dönünce elinde kalan ne? Birbirine benzer yüzlerce fotoğraf. Bir kaç ufak hediyelik, giderek unutulan hoş anılar. Böyle geziler yaptım, turlara katıldım, gittiğim yerlere ait anılarım yavaş yavaş flulaştı ama bir yıl boyunca kredi kartı ekstresinde tur parasının taksitlerini görüp durdum.
Kanlıca yollarındayım
Neyse işte, iki yıl önce İstanbul'a yerleştim. Gezmeyi de çok seviyorum ama dedim kendime,artık turlara para kaptırmak yok, bu şehri keşfet Feray. İstanbul'a bakıyorum, kokluyorum, tadıyorum, dolanıp duruyorum. Bu hafta sonu Kanlıca' ya gittim Daha önce, iş için Beykoz'a giderken transit geçmiştim, bir kaç kez de Boğaz turunda denizden görmüştüm. Bu sefer, arabayla gideyim diye niyetlendim, sonra toplu taşımda karar kıldım. Önce metro ile Kadıköy'e geldim. Meydan'dan Beykoz dolmuşuna bindim. Üsküdar'ın o sıkıcı ve çirkin kalabalığı, Çengelköy'ün taşra zerafeti, Kuleli'nin muhteşem görüntüsü'nü ardımızda bıraktık ve Kanlıca iskelesinde indim. Fotoğraf çeke çeke dolandım biraz, ahşap evler, minicik fırınlar, hediyelik eşya satıcıları, daracık yollar, duvarları saran sarmaşıklar, nazlı nazlı sallanarak kuruyan çamaşırlar. Sonra yoruldum, iskeleye dönüp 1870'de açılmış bir kahveye oturdum. Tam da denizin kıyısında, boğaz'dan bir tanker geçiyor, oluşturduğu dalga ayağıma geliyor. Dizi dizi sandal bozması motorlar, deniz dolmuşu bunlar, beş- altı kişilik, bana en yakın olanının adı Profesör, yanındaki Piri Reis....İnenleri, binenleri seyre daldım biraz, sonra yoğurdum geldi. İsmail ağa kahvesindeyim,1870'de İsmail Hakkı Bey bu evciği satın almış. O zamanlar Piyer loti'den sonra boğaz'ın en büyük kahvehanesiymiş. İlk kurulduğu zaman kahvesi ünlüymüş, o dönemde kahveyi müşterinin önünde kavurur, çeker ve pişirirlermiş. 93 harbi( 1878 Osmanlı-Rus harbi) sonrası İstanbul'a gelen Bulgar göçmenler Kanlıca'ya yerleşmişler ve böylece İsmail Hakkı Bey de onların teneke tepsilerde yapıp sattığı yoğurtla tanışmış, sonrası malum.  Yoğurt inanılmaz lezzetli, o marketlerde satılan Kanlıca yoğurtlarıyla alakası yok. Pudra şekeri, bal, reçel ya da pekmezle servis ediliyor. İzmir'de ballı yoğurt ünlüydü çok yedim, çocukken annem yoğurdu pekmezle yedirirdi, bu kez pudra şekeriyle denedim.. Nefis, tadı o kadar güzel ki, keşke cam ya da toprak kapta olsaydı diye düşündüm. Ardından çay , ince belli bardak, tavşan kanı dem. Tam karşıya bakıyorum, sırtımı ışıksız hali metal yığınından başka bir şey olmayan köprüye dönüyorum, sevimsiz bir kaç gökdelen siluetini görmezden geliyorum. Olağan dışı bir güzellik. Bakın işte yine dolmuşa binip eve döneceğim, yatak bedava, kahvaltı bedava, Asya'da oturmuş, Avrupa'ya bakıyorum, ağzımdan lezzet fışkırıyor. Yahya Kemal'i düşündüm, ne güzel yazmış ama....

''Günler kısaldı...Kanlıca'nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları
Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa
Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa
İçtik bu nadir içkiyi yıllarca kanamadık
Bir böyle zevke tek bir ömür yetmiyor, yazık!''

Kanlıca'ya bir daha gideceğim, bir akşam vakti, iskelenin tam karşısındaki sokakta İkinci Bahar diye bir lokanta varmış, İstanbul'u yavaş yavaş, sindire sindire bitireceğim, vaktim çok

Bİ DE BUNLAR VAR

0 yorum