hekimanne gezerken

Zilin, şalın, gülün bir de sarayların yurdu ENDÜLÜS

17:15

Yahya Kemal Beyatlı, İspanyol büyükelçisiyken, Endülüs'ü anlatmak için bir şiir yazmış....ismi Endülüs'de Raks..... Endülüs'ü bir şair nasıl tarif ederse, öyle tarif etmiş...


Zil, şal ve gül
Bu bahçede raksın bütün hızı
Şevk akşamında Endülüs
Üç defa kırmızı
Aşkın sihirli şarkısı, yüzlerce dildedir
İspanya neşesiyle bu akşam bu zildedir.......demiş, çok güzel demiş, telefonumdan Münir Nurettin Selçuk'un söylediği Endülüs'de Raks şarkısını açtım ve yazmaya başladım.......

İspanya'nın güneyini gezeceğiz. Endülüs (Andalucia) bölgesine, oralara gidilebilecek en güzel ayda, nisanda gittim. Andalucia bölgesinin önemli üç kenti, Sevilla, Cordoba ve Granada'ya doğru yola çıktık. Bir çok başka şekilde gidilebilir, bizim güzergah THY ile İstanbul'dan Malaga, Malaga'dan Marbelle, Ronda, Cadiz üzerinden Sevilla......Bir zamanlar müslümanların, yahudilerin, hristiyanların beraberce yönettiği, yedi dilin aynı yerlerde konuşulduğu, muhteşem medeniyetlerin izlerini takip edeceğiz.

Eğer bu yolla gidecekseniz, size önerim Malaga'da değil, Ronda'da konaklayın. Orada kalın ki  masal diyarı bu şehri doyasıya gezin.....

Malaga'dan sonra Marbelle Marinasında kısa bir mola verdik, yediğim çok lezzetsiz dondurmadan başka aklımda hiç iz bırakmayan anlamsız bir molaydı, sonra Sierra Blanca dağ sırasının ardından Ronda'ya doğru yol aldık. Taa tepelerden Gibraltar'ı (Cebelitarık) gördük. Bir yanda Akdeniz, bir yanda Atlas Okyanusu görünmez oldu ve sonunda Ronda'dayız.

Ronda'nın ilk adı Arunda, İspanyolca'da dağlarla çevrili anlamına geliyor. Şehrin ortasından Tajo Nehri akıyor. Ama bildiğiniz nehirler gibi değil, Şehir El Tajo Kanyonu'nun üstüne kurulmuş, nehri görebilmek için, uçurumdan aşağıya bakmak lazım. Kanyon kireçtaşından oluşmuş ve kenti bıçak gibi ikiye ayırmış.


Kanyon üstünde köprüler var, Eski Köprü ( Puente Old) Romalılar tarafından yapılmış, şimdi kullanılmıyor, istersen yanına yürüyüp geçebilirsin ama ben yürümedim, uzaktan fotoğraflarını çekmekle yetindim. Esas köprü, turistlerin üstünden akın akın geçtiği köprü, Yeni Köprü (Puente Nuevo). İsmindeki yeni lafına aldırmayın yapımına 1542'de başlanmış ve yapımı iki yüz yıl sürmüş. Köprü özelliğinin dışında ilk yapıldığı yıllarda ayakları hapishane olarak kullanılmış. Üstünden defalarca geçtim. Ernest Hemingway 1937-1939 İspanya içsavaşı esnasında savaş muhabiriymiş ve Ronda'daymış, bu dönemden etkilenip 1940'da Çanlar Kimin İçin Çalıyor'u yazmış, 1943'de kitap aynı isimle filme çekilmiş (Ingird Bergman, Gary Cooper). Mutlaka okuyun, ya da seyredin. İşte bir sahne var ki, cumhuriyetçiler, Franco yanlısı faşistleri öldürmek için köprüden nehre atıyorlar, tabi onlar da, daha nehre varamadan kayalıklarda parçalanıyorlar. İşte bu sahne Puente Nuevo'da çekilmiş.

Bir çok yer gibi burada da şehir, eski (La Cuidad) ve yeni (El Marcedillo) diye ikiye ayrılıyor.
Şimdi şehri gezerken nereleri gördük, biraz onları anlatayım..... Plaza De Espana ( ispanyol Meydanı), Merced Meydanı ve kilisesi, Duquesa de Parcent Meydanı, uçurum kıyısında düşüverecekmiş gibi görünen beyaz evler (Las casas Blancus), arnavut kaldırımlı daracık sokaklar, 14. yüzyıldan kalma bir cami minaresi, cam muhafaza içine alınmış bir mimber ve ünlü Plaza de Toros





Tüm saydıklarımı bir gün içinde gezebilirsiniz, gezginlerin notlarına baktım, 13.yüzyılda yapılmış bir Arap hamamı varmış, biz onu görmedik. Plaza de Toros (Real Maestianza), İspanya'nın ilk boğa güreşi arenası, beş bin kişilik oturma kapasitesi olan ve tamamen taştan yapılmış bir alan. Ernest Hemingway, Öğleden Sonra Ölüm kitabını yazarken sık sık bu arenaya gelirmiş. Madonna da ''Take A Bow'' şarkısına videoklip çekimini 1994'de bu arenada yapmış.


Ronda, boğa güreşlerinin yapıldığı ilk şehirmiş, arenanın girişinde bir boğa heykeli sizi karşılıyor, içeri girdim, boğaların ayak izlerinin olduğu toprak zeminden süslü seyirci localarına baktım, hayvanlara yaptıklarımız için üzüldüm. Rehberimiz bunun bir kültür, bir spor, bir yaşam şekli olduğundan bahsetti ama belki de İspanyol olmadığım için, boğa öldürmekten ne zevk alıyorlar anlamadım. İspanyol rehberimiz dedi ki, bu boğalar bu iş için yetiştiriliyorlar, boğa güreşi olmasa zaten üretilip bakılmazlar...aynı yaklaşımı biz de kurban bayramında kesilen kurbanlar için yapıyoruz, zaten kesilecekler diye besleniyor diyoruz. Kısacası insanoğlu kötü, bir diğer canlıyı şu ya da bu şekilde öldürüyor ve cinayete bahaneler buluyor. Arenanın bitişiğinde Bandolero Müzesi var. Burada boğa güreşi hakkında ne öğrenmek istiyorsanız müthiş bir görsellikle sunulmuş.

Ronda'dan Sevilla'ya giderken Cadiz ve Jerez De La Frontera'da molalar verdik. Cadiz tarih boyunca kaşiflerin çıkış noktası olmuş bir liman, M.Ö 10.yüzyılda Fenikeliler tarafından bir balıkçı kasabası olarak kurulmuş, orada kaldığımız bir kaç saat içinde balık pazarına gittik, pazarın girişinde tarım tanrıçasının bir heykeli var,  inanılmaz güzeldi, hayatımda hiç görmediğim kadar balık gördüm.

 Neredeyse her şehirde olduğu gibi burada da İspanyol Meydanı var, meydandaki anıtta 1812 yazıyor, tam bu alanda ilan edilen bağımsız anayasayı hatırlatma anıtıymış. Cadiz Katedralini dışarıdan görüp Cadiz'e veda ettik. Jerez De la Frontera'da dünyanın en ünlü cherry(Jerez ) üreticisi olan Tio Pepe'yi gezdik. Uzay üssü gibi bir yer, şaraptan anlamam, beyaz üzüm kullanılarak, beyaz şarabın değişik damıtılma şekilleri ile üretilmesi diye tarif edeyim. İşletmenin adı çok hoş, Tio Pepe yani dayım Pepe....Bu işletmeyi kurup, uluslararası marka yapan şahıs, işi dayısından öğrenmiş ve ilk sermayesini de ondan almış. Teşekkür olarak da be dev tesisin adını Tio Pepe koymuş.

Endülüs'ün kalbi denilen Sevilla'dayız (Arapça ismi İşbiliye)... 1929'da Sevilla'da yapılan EXPO için hazırlanmış Spain Square'in (İspanyol Meydanı) karşısındaki bir otelde kaldık, şehirde kaldığım sürece, iki kez gündüz, bir de gece meydandaydım. Hatta ilk gittiğimde her yer sarı bantlarla çevrilmiş, çok yüksek bir müzik, bir sürü görevli oraya buraya koşuşturuyor, meğerse Sevilla Maratonu başlıyormuş. İkinci gelişimde şakır şakır yağmur yağıyordu, burada da suyun anında yok olmasına imrendim, birikme, göllenme hiç bir şey yok...keşke biz de doğru düzgün alt yapı yapabilsek. İspanyol Meydanı'na üçüncü kez de akşam yemeği sonrası ışıklandırması nasıl onu görmeye gittim, eh işte, sanki gündüz daha güzeldi.


Sevilla Unesco tarafından müzik kenti ilan edilmiş. Nasıl edilmesin Bizet'in Carmen'i, Mozart'ın Don Juan ve Figaro'nun Düğünü, Rossini'nin Sevil Berberi operalarının konusu Sevilla'da geçiyor. Hatta Carmen'in çalıştığı tütün fabrikası şimdi üniversite, içini görmedim, otobüsle geçerken rehber gösterdi, hepimiz uzandık, merakla sanki Carmen'i görecekmişiz gibi bakakaldık. Şehrin ortasından Guadalquivir Nehri akıyor, Her gittiğim şehirde ya nehir teknesine binerim, ya da nehir boyu yürürüm, burada da San Telmo Köprüsü'nün yanından 2. İsabel Köprüsü'ne kadar yürüdüm, arada mola verip arenanın karşısındaki kafede bir mohito içtim. San Telmo Köprüsü'nün yanında Torre Del Oro ( Altın Kule) var. Aslında şehrin savunması için yapılan bir kule, zamanında Kristof Kolomb'un  Amerika'nın keşfinden dönerken getirdiği altınlar bu kulede saklanmış, ismi de altın kule kalmış, şimdi Deniz Müzesi, içine girmedim, nehri seyretmeyi tercih ettim.Nehrin kıyısını turladığım günün gecesi Sevilla'nın en güzel semti denilen Santa Cruz'a, flamenko seyretmeye gittik. Böylece Endülüs'ün zil, şal ve gül kısmını gördüm.





Sevilla'nın turistler açısından bu kadar popüler olmasına gelince, iki yer var, bunlar şehre gelenlerin en çok gezdikleri yerler, ilki Sevilla Katedrali (Santa Maria Katedrali), ikincisi Kraliyet Sarayı Alcazar......Sevilla Katedrali dünyanın en büyük gotik eseriymiş, bir zamanlar camiymiş, camiden arta kalan minare (el giralda) şimdi çan kulesi. Katedralin bahçesi göz alabildiğine bir portakal bahçesi, beni en çok etkileyen, hatta Endülüs'e gelme nedenlerimden birisi olan şey Katedraldeki Kristof Kolomb'un mezarı, Tabi mezar denirse, toprakta değil, kemikleri omuzlarda taşınıyor. Çok ilginç çok....ve aynı zamanda çok acı, keşfettiği yerin Hindistan olmadığı anlaşılınca itibarını kaybetmesi, dışlanması, sürgünlerde ölmesi...buranın konusu değil, uzatmayayım

Alkazar Sarayı'nı sona bıraktım, nasıl anlatılır bilemedim. Müslümanlar kale diye yapmışlar, Alkazar adı da oradan geliyor, El Kasr değişip Alkazar olmuş. 14.yüzyılda hristiyanlar bölgeyi alınca İspanyol Kralı burayı öyle bir saray yapın ki El Hamra'yı geçsin demiş. Müslüman, gotik, barok, rönesans tüm stilleri karıştırıp, görsel bir şölen oluşturmuşlar. Bahçeler, verandalar, panolar, kemerler, hepsinin ismi farklı olan sayısız salonlar ve.. ...işte bakın cümleyi bitiremedim, görmek lazım. Sarayın hala kraliyet tarafından kullanılan kısımları varmış. Kraliçe İsabel burada evlenmiş, buradan Macellan ve Kolomb'u uğurlamış...Bütün İspanya tarihini anlatan dev goblen panolar duvarlarda asılı, dokunmak yasak, çok yakından baktım, nasıl parlak, kısa tüylü kadife gibi inanılmaz...


 Kahvaltı sonrası otobüsle Cordoba'ya doğru yola çıktık, Cordoba üç yüz yıl Endülüs Emevilerine başkentlik yapmış, Arapça ismi Kurtuba. Cordaba ilk sokak lambalarının kullanıldığı, su çarklarıyla evlerin içine kadar su gönderildiği, 10. yüzyılda, Paris kırk bin nüfusluyken beş yüz bin nüfusa sahip bir kent, bir medeniyet beşiği...Daha doğrusu öyleymiş.....

Kızgın güneşin altında, Guadalquivir Nehri'nin üstündeki tarihi roma köprüsünden geçtik, köprünün bitiminde kule, kale, müze gibi bir yapı var, her katı gezip yukarıya çıkarsanız manzara harika, müze minyatür bir etnografya müzesi tadında. Kulenin üstünden eşsiz manzarayı seyredip indik, tekrar köprüden geçip nehrin karşısına geçeceğiz, o da nesi şakır şakır yağmur yağıyor, öyle böyle değil sel gibi. Böylece nisanda Güney İspanya havası nasıl olurmuş deneyimliyoruz.



Ve nehrin karşısında şimdiye kadar gezip gördüğüm yerler arasında,bu kadar da güzel olamaz,  burası bir mucize dediğim yerlerden biri vardı....Cordoba Camii (La Mezquita)... inanılmaz güzel, yapıldığında 850 tane mermer granit sütun varmış, Cordoba Katedrali yapılırken 63 sütun kaldırılmış ve camii ve katedral birleşmiş, yani katedral camiye garip bir uyumla birleştirilmiş, sayısız kırmızı ve beyaz taşların oluşturduğu kemer var, sanki geometrik bir döngünün içinde yuvarlanıyor gibi oluyorsunuz.


Çıkışta hala yağan ama hafiflemiş yağmurun altında sefarad yahudilerinin mahallelerini, daracık hüzünlü sokaklarını, çiçeklerle kaplı kenarı köşeyi dolaşıp Granada'ya doğru yola çıkıyoruz.

Granada, karlı sıradağlar Sierra Nevadaların eteğinde kurulmuş bir şehir, Arapların Endülüs'ü terk ettikleri son noktaymış, şehrin ismi nar anlamına geliyormuş, onun için yürüyüp dolaştığınız her yerde nar figürüyle karşılaşabilirsiniz. İlk gün Albayzin Mahallesi ( eski arap mahallesi) San Cristobal tepesinde  toplandık, alanın karşısında yine aynı isimde bir kilise var, burası tam bir manzara tepesi, küçük beyaz evler, arnavut kaldırımlı dar yokuşlu sokaklar, karşılarda Sierra Nevadalar ve İspanya'nın en yüksek tepelerinden birisi olan Gulesen (Guley Hasan tepesi), çiçekler, çiçekler illaki çiçekler....Sonrası tam bir macera, bu yollardan geçebildiğimiz, yürüyebildiğimiz kadar yürüdük. Sokakların harika isimleri var, bir tanesini hiç unutmayacağım, tatlı bir yokuş, ismi baldan tatlı Maria yokuşu....

Ve sabahın seherinde yine yollara döküldük, Endülüs'e gelmenin en büyük nedenlerinden birisi olan El Hamra Sarayı'na gideceğiz. ( İspanyollar Al ambra diyorlar). Önce uzaktan, sonra yakından görmeyi planladık. Başka bir Miradordayız. Mirador San Nicholas, tam El Hamra'nın karşısında, sarayın ve bahçelerin uzaktan görüntüsü muhteşem. Ama o saraya tırmanış o kadar muhteşem değildi, yine yağmurlu, üstelik aynı zamanda rüzgarlı bir günde El Hamra'ya doğru yola çıktık



Belirli sayıda kişinin girişine müsaade edildiği için mutlaka önceden bilet ve randevu almak gerekiyor. El Hamra Arapça kırmızı anlamına geliyormuş, anlamına uygun uzaktan duvarlar turuncu kırmızı görünüyor. bu tür saraylarda da su çarkıyla her alana su götürme işini çözdüklerinden, bir zamanlar bahçeleri çok güzelmiş. El Hamra'nın bahçelerine de cennet ül arif diyorlar. Ziyaretçi sayısında kısıtlama olmasına rağmen, aşırı kalabalık, bir de o kalabalık şemsiyeli, bir çok kısım restorasyon nedeniyle kapalı, bu yıl çok yağmurlu olduğundan bahçelere de bakamamışlar, seri bir şekilde yazlık, kışlık sarayları ve Nazariye Sarayı'nı (Nasrid Palace) dolaştık ..... Yani, gittim ve gördüm.. yine de söylüyorum, uzaktan daha güzeldi.




Şehir şehir dolanırken neredeyse tapasın her çeşidini yedim, nefis İspanyol şarapları içtim, bir kaç kez de yazıya ismini de veren zil-şal ve gülü görmek için flamenko seyretmeye gittim.








Bİ DE BUNLAR VAR

0 yorum