hekimanne gezerken

PERU

05:30

İnkaların öz yurdu PERU

Biz Peru’yu karmakarışık gezdik. Önce Bogota’dan Lima’ya uçakla geldik. Sonra Lima’dan Bolivya’ya geçtik, oradan tekrar Peru’ya dönüp bu kez Puno ve Cusco’ya gittik. Dikkatinizi çekerim bütün bu kargaşayı dört bin metre civarında yapıyoruz.

İçlerinden bir tek  Lima, alışık olduğum irtifada, deniz kıyısındaydı. Deniz dediysem, bizimkiler gibi değil, buz gibi suyu olan koca bir okyanus. Pasifik Okyanusu yazın bile on yedi derece sıcaklıktaymış. Bölge Ekvator’a çok yakın olmasına rağmen sıcak değil. Çünkü Peru açıklarındaki Humboldt Akıntısı’nın soğuğu, And Dağları’na çarpıp yayılıyor ve bölgeyi soğutuyormuş.
İlk buzul çağ bitiminde Bering Boğazı’ndan geçenler bu bölgeye gelince yaşamaya uygun bulup yerleşmişler. Gerçi bu yerleşme süreci, on beş bin yıl kadar sürmüş, adı ilk bilinen Peru medeniyeti Çavinler, bildiğimiz son medeniyet de İnkalar. İnkalar hakkında daha çok şey bilip, öncekileri tanımama nedenimiz ise yazıyı bulmamış olmaları.

Yazıyı bulamamışlar ama bitkileri kullanmayı, matematiği, inşaat planlamayı, spiral gen havuzu tekniğiyle çeşitliliği artırmayı bulmuşlar. Rehberin dediğine göre bölgede dört yüz çeşit patates, iki yüz çeşit mısır varmış. Değişik renklerdeki ipleri düğümleyerek bazı bilgileri rakamsal olarak simgeleştirmişler, onlu basamak sistemli bu düğümlere kipu (quipu) deniyor. Kipuları nüfus sayımında, ticarette, muhasebe kayıtlarında, imparator ve imparatoriçelerin soy ağaçlarında, icraatlarını, taç giyme törenlerini, savaşlarını anlatmakta kullanmışlar. Kipuları anlayan, okuyan, koruyan görevlilere de quipucamayoq deniyormuş. Bayramlarda şehir meydanına toplanan halka kipulardaki bilgi şarkı söyler gibi anlatılırmış. Aslında yazı yok deniyor ama belki de bu halk ipleri düğümleyerek yazı yazmıştır. Maalesef sömürgeci İspanyollar, bunların ne olduğunu anlamayıp yaktıkları için günümüze çok az miktarda kipu kalmış.



Şimdiki Peru’ya gelince, Bogota’dan üç saat süren bir uçak yolculuğu ile Lima’ya geldik. Otele doğru ilerlediğimiz 40 km.lik  kara yolu, otel, çalışanlar, caddeler, trafik sanki elli yıl öncesinin Türkiye’si gibi

Çapsız bir otelde kaldık ve gece donduk, böylece gündüz ve gece ısı farkının, inanılmaz çok olduğu kara iklimiyle tanıştık. Ben Ankara’da büyüdüm, kara iklimini bilirim ama buradaki fark öyle böyle değil.

Buz gibi bir gecenin sabahı saat altıda otobüsle yola çıktık, yol dört saat sürecek. Paracas’dan geçip Pisco’ya gideceğiz. Gözlerimi şöförden ayıramıyorum, adam ilginç, yüzü Japon, vücudu Perulu, meğerse anne Japon- baba Peruluymuş, melezmiş. İlk durak Pisco.....Zorlu bir kara yolculuğu sonrası Pisco’ya geldik. Pisco aynı zamanda Peru'nun milli içeceğinin adı, aslında üzümden şarap yapmaya çalışmışlar, becerememişler. İçecek şarap olamamış ama Pisco dedikleri nefis bir brandy olmuş. Pisco'da sefaletin içinden geçip, küçücük bir hava alanına ulaştık.


Otelden bu kadar erken yola çıkma nedenimiz öğleden sonra rüzgarlı olmasıymış. Rüzgarda pırpır uçak kalkamazmış. Bir gün önceden de kilolarımızı sordular, uçağın sağı ve soluna eşit ağırlık vermek içinmiş. Nasıl bir alamete bineceksek. Evet bu alamete bindik, tekrar tartıldık, her uçağa on kişi, bir pilot, bir anlatıcı, toplam on iki kişiyle uçmaya başladık Nasca Ovası’na, Nasca Çizgileri'ni görmeye gidiyoruz.

Sarsılarak havalandık, yolculuk esnasında o kadar çok kusan oluyormuş ki,koltuk arkalıklarında midesi kalkanlara naylon torbalar koymuşlar.
Nasca Çizgileri olağan üstüydü ama uçağın onları daha iyi görebilelim diye bir o yana, bir bu yana yatması dayanılır gibi değildi, vertigom uyarılacak diye ödüm koptu.....
Kimler çizmiş, neden çizmiş, maksat neymiş karışık. İnka öncesi ama tam çiziliş zamanı belli değil, bunlar yere kazınmış devasa bitki ve hayvan şekilleri, geometrik şekiller, fantastik varlıklar.



Nasca Şekillerinin on üç tanesini gördüm, aslında çok daha fazla sayıda olduğu düşünülüyor. O bölgelerde yaşayan yerliler, yüksek yerlere çıktıklarında çizilenleri görmüşler ama geniş kapsamlı ilk buluş 1920 de, orada uçan bir uçağın yolcuları tarafından olmuş. Daha sonra arkeologlar incelenmiş ama henüz hiç bir soruya kesin cevap yok. Nasıl çizilmiş denince ilk verilen klasik cevap uzaylılar yaptı, ya da yardım etti. Çölün kırmızı taşlarını kaldırarak, alttaki beyaz zemini ortaya çıkararak yapıldığı söyleniyor. Ekinoksun önemini anlatan bir tarım takvimini işaret ediyor diyenler ve dinsel ritüel ( hac yolu) diyenler var ama ben en çok yerel rehber Carlos’un anlattıklarına inandım. Carlos çizgileri bir mite dayandırdı.

Peru’da üç basamaklı bir kült var, gökyüzündekiler, topraktakiler ve toprağın altındakiler. Gökyüzünde tanrılar yaşıyor (kuşlarla temsil ediliyor), yerde insanlar yaşıyor (kediyle temsil ediliyor), yeraltında ölenler var( örümcek ve yılanla temsil ediliyor). Efsaneye göre gökte yaşayan tanrı Kon, yerde yaşayan insana kızmış ve onları kuraklıkla cezalandırmış, ürün alamayınca, açlık başlayınca Kon affetsin diye boş çöl alanında yeri değişik bir yöntemle kazıyarak bu şekilleri çizmişler. Yani Nasca Çizgileri'nin, tanrı Kon için hediye, adak, sunak gibi bir anlamı var. Kon bu çizilenleri görmüş mü, onları affetmiş mi bilmiyorum. Ne olduğu belirsiz olsa da insanlık tarihi açısından olağanüstü olan bu çizimlerin birisinin üstünden Pan American kara yolunu geçirmişler. Dört bir yanı bomboş çölün ortasından yol geçiriyorsun, onu da ülkenin en önemli kültür hazinelerinden birisi olan Nasca Line'dan geçiriyorsun, anlaşılır gibi değil. Üstelik çöle (Nasca Ovası'na) yürüyerek girmek yasakmış, çizgiler zarar görmesin diye araştırmacılar köpük ayakkabılarla giriyorlarmış. Yanına yöresine basmıyorlar ama üstünden yol geçirmekte sakınca görmüyorlar.



Uçaktan inip, bir türlü kendime gelemeyip tekrar yollara çıktık, dışım yürüyerek, içim hala uçarak Paracas sahilinde dolaştım. Fakir bir sahil kasabası düşünün, deniz Pasifik Okyanusu ama Lima’dan gelirken gördüğümüz haşin dalgalar yok, koyun, koyu bir girinti, onun için sakin bir sahil şeridi. Paracas merkezi, ortanın kısası boylu, kalın vücutlu, ablak suratlı ama illaki güler yüzlü Perulular, rengarenk iplerle işledikleri çeşit çeşit şeyi satan satıcılar, bir kaç bar kafeterya ve bol bol pelikanla doluydu.

 


Hatta bir pelikan vardı, insanların arasında, önce heykel sandım, aniden kıpırdadı, aaaaa canlıymış dedik, bu kadar insanın içinde kaçmıyor, dur şunun fotoğrafını çekeyim diye yanaşınca hooop sahibi geldi ve fotoğraf parası istedi, ödül olarak da pelikana balık verdi. Adam eni konu kuşu eğitmiş. 

Diğerleri sahilde yanaşınca uçup kaçıyorlar. Sahilde dev gibi ölü bir deniz anası öylece yatıyordu, deniz analarına Yakumama diyorlarmış, aşağı ve yukarı dünya arası iletişim kurduğuna inanıyorlar.




Paracas’dan Ballestas Adası'na tekne turları var. Humbolt penguenleri ve deniz aslanları seyir turuyla, denizdeki vahşi yaşamı gözleyebilirsiniz.
Paracas’da kaldığımız otel inanılmaz güzeldi ama vakit geldi ve tekrar Lima’ya döndük. Yollar eh işte, rehberin söylediğine göre, şehirlerin banliyölerinde hatta içlerindeki sefil görüntünün iki kanunla ilgisi olmalı. İlki, 8 yıl oturduğun yer senin olacak. Şehrin kıyısında devlete ait arazileri ( arazi dedimse çöl) köhne kulübeler yaparak sahiplenmişler ama bunlar kiralık sahipler, bir simsar evsiz-işsizlere diyormuş ki ( Peru’da bunlardan bol miktarda var) size burada kulübe yapalım, oturun, ben sekiz yıl size bakayım, devlet size tapu verdimi orayı bana satacaksınız. Böylece büyük toprak parçaları simsarların eline geçiyormuş, şehrin çevreleri bu kulübelerle dolu. Şehir merkezine doğru da inşaatı bitmemiş, boyanmamış bir çok ev var. Olağanüstü çirkin bir görüntü. Bunun nedeni de devletin bitmemiş evden vergi almamasıymış. Vergi vermemek için evleri bitirmiyorlarmış.

Lima’nın güzel yerleri yok mu? Tabi ki var. Varanko Mahallesi harika, benim gezdiğim her şehirde, buraya yerleşsem nerede otururdum acaba sorumun cevabı, eğer Lima’ya yerleşirsem Varanko’da otururum. Yemyeşil, çiçeklerle dolu bahçeler, evler iki katlı , bir de köprü var, ismi Suspiro (inlemeler)Köprüsü. Bir zamanlar iki sevgili varmış ama kızın babası bu aşka karşı, asla aşıkların görüşmesine izin vermezmiş, oğlan köprüye gelir, kızın camına inleyerek bakarmış. Köprünün üstüne çıkınca hemen yandaki kilisenin damını görüyorsunuz, üstü simsiyah garip kuşlarla kaplı. Bildiğim hiç bir kuşa benzemiyor, meğerse cüce akbabalarmş. Şehrin ortasında yüzlerce yırtıcı kuş. Ben bu semte yerleşme konusunu tekrar gözden geçireyim.....



Lima’yı, Limak nehri kıyısına Pisarro kurmuş, limak geveze demek ( nehrin sesi nedeniyle) Pisarro, bir basit İspanyol askeri, Kraliçe İsabel’in oğlundan izin almış ve Peru’ya gelmiş. Bir yerleşim yeri kurmaya karar vermiş, su çok önemli nehir lazım demiş, altınları İspanya’ya götürecek gemiler için de liman, dolayısıyla deniz lazım demiş. Limak Nehri ve Pasifik Okyanusu’nun kıyısına Lima’yı kurmuş.




Peru’ya ikinci kez, Bolivya tarafından yürüyerek girdim. Burada tur aracıyla buluşup, Puno’ya gittik. Puno’da kaç otel var bilmiyorum ama birisi var ki tam Titicaca Gölü’nün kıyısında, tüm odalar göle bakıyor, güneş odaya doğuyor, göle batıyor. Tam İnka mitlerindeki gibi...
Puno çok ilginç bir şehir, gerçi şehir mi acaba. Sanki şehir değil de karışık evler bütünü, etrafta renksizliğin rengi var, binalar boyasız. Şehrin siluetinde bir yüksek bina, bir stadyum olmasa kendinizi orta dünyada zannedebilirsiniz. 



Titicaca Gölü’nün bu kez de Peru tarafını gezeceğiz. Gölün adı Keçua ve Aymara dillerinin bir toplamı, Titi Aymaraca Puma demek, Caca Keçua dilinde kaya demek. Pumakaya Gölü gibi birşey.

Titicaca’nın kıyısı totora denilen sazlarla dolu. Totoraları yiyorlar, lamalar yiyor, ev yapıyorlar, hatta adalar yapmışlar. Sabah kahvaltı sonrası teknelere bindik ve adalara doğru yola çıktık.


Uros Adaları yani Saz Adalar bölgesinde yüz ada varmış, her adada beş aile yaşıyor, her adanın bir yöneticisi var. Adalardan birisine yanaştık, bizi adanın şefi, bir çok kadın ve çocuk karşıladı. Teknede öğretildiği gibi biz kami saraki (nasılsınız)dedik, onlar da qaliki (iyiyim) dediler. 


Yerler yumuşak, yürüdükçe yaylanıyor. Önce totoraların nasıl toplandığını, temel olacak yosun tabanların bulunmasını, taşınmasını, yer seçimini, totoraların üst üste çapraz yığılıp adanın tamamlanmasını, evlerin yine totoralarla yapımının tekniklerini öğrendik. Adanın ve üstündeki beş evin yapımı bir yıl kadar sürüyormuş, genelde adada oturan aileler akraba. Şefin evine girdik, bir yatak, bir televizyon, sazlardan yapılmış bir silindir( kanepe olarak kullanılıyor). Mutfak dışarıda, yemeklerini ortak yapıyorlar, en çok balık ve patates yiyorlarmış, gölden çanua balığı avlıyorlarmış, komün hayatı yaşıyorlar, takas usulü alışveriş ediyorlar...... değişik, çok değişik, film gibi, inanılmaz. Totoradan yapılmış, ejderha başlı, kürekle çekilen bir sandala binip, adalar arasında dolandık, suyun üstü uçmayan, suda yürüyen garip kuşlarla dolu, isimleri cut (yürüyen kuşlar). İşledikleri bir çok hediyelikte condor-puma-yılan sembolleri var. Mit dolaştığınız her yerde sanki sizi takip ediyor.....hatıra olsun, biz de ufak tefek hediyelikler aldık. 


Adalar dönüşü rotamız Sillustani. İnkalardan çok önce bu bölgede Colla halkı yaşamış. Chullpas denen kuleler yapmışlar. Aslında bu kuleler mezar, aynı aileden olanlar, oturur şekilde mumyalanıp kulelerin içine konuyormuş. Collaların evleri de, kulelerin çevresindeymiş. İnkalar bölgenin hakimiyetini ele geçirince, Collaları buradan göçe zorlamışlar, var olanlara kuleler eklemişler ve kendi ölülerinin mumyalarını koymuşlar. 




Ne var bunda alt tarafı mezarlık diyebilirsiniz ama değil, sadece mezarlık değil. Dünyanın manyetik alanı burada nasıl bir değişikliğe uğradıysa, bu alan yer kürenin en yüksek enerjili alanıymış.
Yaklaşık dört bin metrelerde bir irtifada, enerjiye doğru yavaş yavaş tırmandık. Bu dağda geçirdiğim zaman ve yaşadığım deneyim başka bir yazımın konusu olacak.......

Kulelerden sadece birisi İspanyollar tarafından dinamitlenmiş, yarısı yıkılmış, diğerlerine dokunmamışlar, aşağı doğru bakınca göle doğru akan suları, gök yüzüne bakınca hem ayı, hem de güneşi görüyorsunuz. Mutlaka Sillustani’ye gidin ve kendinizi yüksek enerjinin kollarına bırakın.




Puno’dan Cusco’ya doğru yola çıktık, Önüm, arkam, sağım, solum And Dağları. Yol boyu vicuna sürülerinin zarif hareketlerini seyrederek Cusco’ya İnka’ların başkentine gidiyoruz. Asıl hedef, her gezginin rüyası Macchu Picchu



Puno-Cusco arasında iki durağımız var. İlki Raqchi Köyü. Köy eski bir İnka yerleşkesi, çevresi İnka duvarlarıyla kaplı, yaklaşık dört km.lik duvarlar, nasıl yapıldığı halen anlaşılamamış birbirine geçirilmiş taşlardan oluşmuş. Köyde tapınak, askeri kışla, banyo kalıntıları var. Hafif çiseleyen yağmurun altında Raqchi’yi dolaştık. 






İkinci durağımız Andahuaylillas’daki And Dağları’nın Sistine Şapeli. Burası 1580’de inşa edilmiş bir kilise. Format kilise ama yapımında yerliler çalıştığı için, içeride kilise kılığına girmiş bir şaman tapınağı görüyorsunuz. Bu tarza Cuscenyen ( Cusco tarzı) deniyor. Gördüğüm en güzel kilise duvarlarıydı, doğanın yumuşacık renkleriyle boyanmış, tropik meyveler, yerli kadınlar, günlük yaşamdan kesitler vardı. Sanki kilise duvarı değil de resim sergisi gibi. Aslında İspanyollar, yerlileri  dönüştürmeye çalışmışlar ama kazdıkları kuyuya düşmüşler gibi. 

İnkaları 1197-1590 tarihleri arası görüyoruz. İnkalar da hayatlarını, tüm Güney Amerika yerlileri gibi, üçlü yaşam kültüne göre düzenlemişler. Kabile mitleri nedeniyle atalarıyla bağlantılarını kaybetmiyorlar, ata mumyalarını yanlarında taşıyorlar. Hikayeler dilden dile efsaneleşiyor ve diğer nesillere geçiyor.
İnkalar içinde yüz ayrı etnik grup var, hatta yamyam amazon yerlilerini bile aynı potada eritmişler. Sanki köy ağası sistemi gibi bir şey var. Tam kölelik gibi değil ama kollektif sırayla çalışma var. Piramit sistemi gibi çalışma düzeni varmış (sanırım en tepedeki en az çalışıyor), bunu kontrol ederek nüfus sayımı yapmışlar. Çocuklar tüm toplumun malıymış, en acısı tanrılara insan kurban edilirken çocuk seçilirmiş.
Ergenlik törenlerinde kulakları altın iğneyle deliniyor, iri metal küpeler takılıyormuş. Kulak ne kadar büyürse, o kadar makbul. İlk İnka İmparatoru Manco Capac yani güneşin oğlu, son imparator ise Tüpac Amaru

İspanyollar 1533 de son İnka imparatorunu öldürüp parçalıyorlar, çünkü efsanenin devamını engellemeye çalışıyorlar, İnka inanışına göre, ölen her imparator diğerlerinin yanına gidiyor ve bağ devam ediyor, bu bağ tek bir şekilde kopuyor, eğer beden parçalanırsa.... İspanyollar da Amaru’yu öldürüp parçalıyorlar. Yine de halk teslim olmuyor, zavallılar direnmişler, bir kaç yılda üç yüz bin yerli ölmüş, ardından kukla bir kaç yönetim sonrası tüm yerlilerin kontrolünü ele geçirmişler.
Yeraltı zenginliklerini sömürüyorlar, değerli madenleri İspanya’ya taşıyorlar, hristiyanlığı zorunlu kılıp, kiliseler açıyorlar.  Yerli halk kültürünü, dilini, inanışını yok etmeye çalışıyorlar.

Peki sonuç? İspanyolca resmi dil ama yerel dillerin hepsi konuşuluyor, sadece Bolivya’da otuz yedi dil varmış. Kendi geleneklerine göre evlenip, ölülerini geleneklerine göre gömüyorlar. Kiliselerde rahipler yokmuş, İsa ve Meryem Ana figürlerini kendi atalarına benzetmişler, reenkarnasyona inanıyorlar, hatta kafası vücudundan ayrılmış son İnka İmparatoru Tüpac Amaru’nun kesik kafasından yeni bir vücut oluştuğuna, atalarıyla buluştuğuna inanıyorlar. Bu inanış sadece yerel halkta değil. Son Peru Cumhurbaşkanı seçim sonrası, ilk İnka İmparatoru Manco Capac’ın doğduğu şehre gitmiş, kutlamaları orada kabul etmiş, İnka gücünü vurgulamış. Yani kısaca İnkalar günümüzde de yaşamaya devam ediyorlar.


Artık Cusco’dayız.... İşte bu!!!  diye bağırıyorum, bu kadar yolu gelme nedenim bu. İnka kültürüne en yakın olunan şehir Cusco, söyleyecek kelime bulamıyorum, büyülendim. Otelimiz eski bir İnka evinin üstüne kurulmuş, zaten şehrin yarısı eski İnka duvarlarının üstüne inşa edilmiş. Hiç bir şey yapmadan sokak sokak gezilecek, içinde kaybolunacak bir şehir. Nitekim gezdik ve kaybolduk.... 








Heyecan dorukta, gezginlerin hac yerine doğru sabah altıda yola çıktık. Cusco’dan yirmi beş dakika uzaklıktaki Poroy Tren İstasyonu’na geldik. Ve trenimize bindik. Urubamba Nehri’ni takip ederek, Kutsal Vadi’den geçip son durağa geldik. Tren yolculuğumuz üç saat kadar sürdü. Perurail’in bu treni üç İstasyonlu bir tren. Ollantaytambo durağında İnka Yolu’nu yürüyerek geçecek olanları ve hazırlıklarını gördük. Uçurumların kenarından yürümek cesaret ister. Aynı uçurum duvarlarına otel odası kapsülleri çakmışlar. Biraz korkutucu ama imkan olsa bir gece kalmak isterdim, değil kalmak tren o kadar hızla geçti ki fotoğrafını zor çektim. Genelde tur dışı gezenler için Ollantaytambo'da kalma seçenekleri fazlaymış.

trenin son durağı Aquas Calientes Köyü, buradan Machu Picchu'ya yürünebiliyor, yaklaşık bir saat sürüyormuş, biz otobüse binip, inanılmaz virajlı bir yoldan yirmi dakika kadar tırmandık. 
Bizi zirvesi bulutlar içinde genç dağ Huayna Piccu karşıladı.

Burada bir ay tapınağı ve gözetleme kulesi varmış, özel izinle ve belirli sayıda kişiyle tırmanılabiliyormuş. Tabi ki tırmanmadık, grubun buna zamanı yok, enerjisi yok, programda olmadığı için zaten randevusu yok. Biz  Huayna Picchu’yu sağımıza aldık ve yaşlı dağ Machu Picchu’ya doğru yürüdük.
Burası İspanyollar tarafından yüzyıllarca bulunmadan vahşi doğanın koynunda saklanmış. 1911’de Yale Üniv.den Hiram Bingham tarafından tesadüfen bulunmuş. Hiram Bingham kalıntılarda bulduğu binlerce parçayı ABD'ye kaçırmış. O buluntular her neyse sergilenmiyormuş, sadece Yale Üniv. öğrencileri görebiliyorlarmış. Taşınabilir parçalar artık yok ama taşınamazlar sonsuza kadar Peru halkının, günümüzün İnkalarının yani gerçek sahiplerinin.
Dünyanın sayılı harikalarından birisi deniyor... doğru. Mimarisi ve inşaası bir deha ürünü, taklit edilemiyor deniyor....doğru.
Tüm beğenileri, tüm övgüleri, tüm hayretleri hak ediyor.
Öylece konuşmadan kalakaldım. Şurada dağlar var, burada evler var, çevrede tarım terasları var falan diye anlatılamaz, tarif edilemez bir güzellik.

Machu Picchu bir sayfiye şehriymiş, Ekinokslarda İnka İmparatorunun geldiği, babası güneşle ve atalarıyla konuştuğu alan öylece duruyor, oradan bulutların ardındaki soluk güneşe baktım, oradan teraslara, dağlara, duvarlara baktım da baktım.
Buradan ayrılmak küçük ruhsal bir travma, dönüş yolunda sürekli uyuyarak travmayı atlatmaya çalıştım. 
Ertesi gün tüm gün Cusco... duvarlarıyla, evlerin çatılarındaki pukara boğalarıyla, güneş tapınağıyla, katedraliyle, otelleri, kafeleri, hediyelik eşya satan dükkanları, arnavut kaldırımlı yollarıyla keşfede keşfede, kaybolup tekrar bularak dolandık durduk.



Veee sabah erkenden Kolombiya’ya Bogota’ya gidiyoruz

Not...Bolivya yazımda da belirttim, böyle bir coğrafyayı gezerken bazı önlemler almanız gerekiyor. Yüksek irtifa ve oksijen azlığı olduğu için.....her gün bir tablet diazomid alınacak, ilaç kan potasyum miktarını düşürdüğü için günde bir adet muz yenecek (ilacı Türkiye'den alın), otellerde ve kafelerde bol bol koka çayı için, ben içtim kokusundan çok hoşlanmadım, koka yaprağı çiğneyin, onu da denedim genzime kaçırdım. Alkol almayın gerçi Pisco (Brandy) ve Çiça (mısır birası) için, o kadardan bir şey olmaz. Yavaş hareket edin. Yüksek faktörlü güneş kremi, sivrisinek kovucu sprey, burun kuruluğundan korunmak için bephanten krem, ağrı kesiciler mutlaka lazım. Otobüslerde ve otellerde oksijen tüpleri var ama her alınan oksijen vücudun o coğrafyaya uyumunu bozacağı için, oksijene ihtiyaç duymamaya çalışın. 
Tüm bunlar gözünüzü korkutmasın. Peru'ya mutlaka gidin. 
















Bİ DE BUNLAR VAR

0 yorum