hekimanne'den cennetin anahtarı

Bataklıktaki çiçekler

11:41

Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar


Sık sık anlam yüklemekle ilgili düşünüyorum. Bir zamanlar Afgan yapımı bir film izlemiştim, filmin konusunu tam hatırlamıyorum, ama bir çocuk vardı, film de giderek büyüdü, yaşlandı, ülkesinde bir sürü olay oldu, gençlik yıllarında ülkesinden kaçıp gitmek zorunda kaldı. İşte filmin başlarında bu çocuk, Afganistan'ın bir yerlerinde, rüzgarda kalkan tozdan gözün gözü görmediği bir havada, çıplak ve kurak tepelerde, uçurtma uçuruyordu. Çevresini sefalet kaplamış bir çocuktu. O çocuk, o uçurtmaya bir anlam yüklemişti. Filmin sonunda, Fransa'da yemyeşil bir parkta , bir su kıyısında oturmuştu, bu kez çevresinde bir refah halkası vardı, önünden uçurtmalı bir çocuk geçti, adam uçurtmaya baktı ve hiç bir şeyin değişmediğini farketti, kendisi için her şeyin aynı olduğuna tanık oldu, çünkü uçurtmaya yüklediği anlamı değiştirmemişti.

Bu Afgan çocuğun başına gelenlerin, bir benzeriyle karşılaştım. Yıllar önce, sanırım sekiz dokuz yaşlarındayım, taşra çocuğuydum, doğayla içiçe, sokak oyunlarıyla dolu bir hayatım vardı. Bir gün okulla pikniğe gitmiştik, hani çevresi çimlerle kaplı, kenarında kuzuların otladığı masmavi dereler vardır, üstlerinde eskimiş tahtalardan yapılmış, kenarları ipli köprüler bulunur. Bunlar genelde kartpostal resimlerinde vardır, hayal edilmiş ve çizilmişlerdir. İşte ressamların hayallerinde olan derenin aynısının kıyısına gittik. Öğretmen önde, bizler arkasında ''Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar.....'' diye bağıra bağıra gittiğimizi hatırlıyorum. Sonra kareli örtüler yere serildi, kuru köfteler, haşlanmış yumurtalar, sigara börekleri, kuru yemişler, meyvelerle dolu sofralar kuruldu, yedik de yedik. Yakan top oynadık, taa ki top dereye düşüp gözden kayboluncaya kadar, ip atlarken, terden sırılsıklam olduk. Öğretmenimizin komutuyla oynamaya ara verdik, çimenlere yattık, ellerimizde, yüzümüzde karıncalar yürürken, o bizlere mandolin çalıp, gür sesiyle şiirler okudu.

Aradan yarım asır geçti, o kadar çok şey oldu ki, o kadar çok şey değişti ki. Tabii ki değişecek ancak pek çok şey benim için olumsuz anlamda değişti. Çevreme bakıyorum, ülkemin tüm birikimlerinin ellerimden kayıp gittiğini görüp hüzünleniyorum, neden bu kayba engel olamıyorum diye öfkeleniyorum. İşte böyle günlerden birisinde, İstanbul'da, Anadolu Hisarı'na doğru yavaş yavaş çıktım, boğazın mucizevi görüntüsü ayaklarımın altında dudaklarımdan '''Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar.....''diye dökülüverdi. Ağzımda elli yıl önce yediklerimin tadını hissettim, kulaklarımda mandolinin nağmeleri, öğretmenimin mısraları...Öylece kalakaldım.

Ben o marşa bir anlam yüklemiştim, basit bir piknik süresince müziğe, şiire, dostluğa, doğaya ayrılmaz iplerle bağlanmıştım.

Bunun gibi binlerce sembolüm var. Beynim bu semboller ve onlara yüklediğim anlamlarla dolu. Benim sembollerim ve anlamlarım değişimden zarar görmüyor. Aslında değişimi severim, gelişmeye ve evrilmeye son derece açığım. Ancak son yıllarda ülkemizde kendimi korumaya almam gereken çalkantılar üst üste geldi. İyi şeyler olmuyor, kabalık, şiddet, cehalet, saygısızlık, sertlikle örülü bir iletişim dilinin hüküm sürdüğü boğucu bir ortam var. İnsanlık tarihi boyunca binbir zorlukla elde edilmiş, ortak insani değerler küçümseniyor. İnsanı insan yapan, araştıran soruşturan ruhun cezalandırılması gerektiği düşünülüyor. Liyakat ayaklar altında.

İnsan, mahkum konumuna layık görülürken, şehirlerin çehresi çirkin yüksek duvarlı binalarla ve AVM lerle hapishaneye döndürülüyor. Sanki bugün yok, her şey nerede olduğu bilinmeyen bir yarın için kurgulanıyor. Yanındaki ve içindeki cenneti görmesine müsade edilmeyen kişi, bilinmeyen bir cennete gidebilmek için, gerçek yaşamı es geçiyor. Eğer varsa, sembollerinden, anlamlarından vazgeçiyor. Maalesef ülkem yaşamı es geçenlerle dolup taşıyor.

Tarif edilmişin dışına çıkmaya yeltenenlere tam aksini emreden düzen, AVM ve TV tuzağını devreye sokuyor. Buralar, ışıklandırılmış ve renklendirilmiş, tek tip insan yaratan ve sonra da onları öğüten tuzaklar. Bana kuş avını hatırlatıyorlar. Bir kafes var, içinde de avlanmak istenen kuşun aynısı, ama önceden öldürülüp içi doldurulmuş, o kafesin ağzı açık, içine yem konuyor. Kuş uzaktan bakıyor, bir yer var, üstelik aynı kendisi gibi bir kuş da orada, şüphelenmiyor, giriyor ve oranın mahkumu oluyor. AVM ortamı da kapitalizme uşaklık eden bir tuzak, orada da ayrı bir algı operasyonu yürütülüyor. AVM ve TV,  mahkumuna diyor ki, sadece bugünün var  mutlu olmak için bize anlamlarını ver, sana kıyafetler, yemekler, süsler, püsler ...vs. verelim. Maalesef, kafese girmiş, ne olduğunu anlayamayan kişi, tüm anlamlarını ipotek ediyor.

Peki ne yapalım? Bilmiyorum. Sizler ne yaparsınız, bu dönemden nasıl yapıp da zarar görmeden geçersiniz, gerçekten bilmiyorum. Ben çokça düşünüyorum, bunu mutlaka tepemde gökyüzü varken, açık havada yapıyorum. AVM ve TV pisliğine asla bulaşmıyorum, beni yakalamasına izin vermiyorum. Okuyorum, bol bol okuyorum. Okurken, birden unuttuğum, tamamen aklımdan çıkmış, bir değerim, anlamlı bir sembolümle karşılaşıveriyorum. Bunları bulmam, sakınıp saklamam, korumam,  onları ete kemiğe büründürüp, tekrar tekrar yaşamam lazım. Bu kaostan ancak böyle zarar görmeden çıkabilirim. Ben zihnimdekilere bataklıktaki çiçekler diyorum. Benim ekip büyüttüğüm, dışımdaki bataklığın boğup yok edemediği çiçeklerim.
 

Bİ DE BUNLAR VAR

0 yorum