hekimanne gezerken

Bir uçtan, bir uca VİETNAM - HA LONG KÖRFEZİ

14:11

Bir gün tanrılar, köylülerin durumuna acımışlar, yakarmalarına kulak vermişler ve aşağıya bir ejderha göndermişler


Ha Long Bay, Vietnam'a gelme nedenim. Ben bir yerlere gitmeye, gördüğüm fotoğraflarla karar veriyorum. Doğa fotoğraflarına bakarken, birisi karşısında donup kaldım. Bu dünyada bir yer mi, yoksa bir bilim kurgu filminin orta dünya mizanseni mi bilemedim. Neden şaşırdım derseniz, gerçek olamayacak kadar tuhaftı. Tuhaf, korkutucu, nefes kesiciydi. Masal dekoru gibiydi. Fotoğrafın altını okudum, Ha Long Bay- Vietnam yazıyordu.

Öncesinde Kamboçya ve Laos olan bir Vietnam turu buldum. Vietnam'daki ilk durağım Hanoi'ydi. Orayı anlattım, şimdi sıra bu ülkeyi sebebi ziyaretimde. Sabah altıda kalkıp acele kahvaltı ettim ve otobüsle yola koyulduk. yolculuk iki molalıydı ve dört saat sürdü. Hanoi ile Ha Long Bay arası 176 km. Yollar son derece bozuk, stabilize değil belki ama asfalt bozuk, yol tek gidiş ve gelişli. Gerçi yol almayı yavaşlatan sebepler hoşuma gitmedi değil, uçsuz bucaksız pirinç tarlalarını, zayıfçık ve gri renkli sığırları, bisikletli köylüleri, ormanların içindeki köyleri, kısaca gerçek Vietnam'ı gördüm.

 İki molanın ilkini bir dikiş ve dokuma atölyesinde verdik. Sunumda kıyafetler var, bunlar geleneksel Vietnam giysileri. Onlara bakıyorsunuz, farzedelim birisinin yakasını, diğerinin işlemesini, ötekinin rengini beğendiniz, ısmarlıyorsunuz, sizin bedeninize göre yapıyorlar ve tur dönüşünde alıyorsunuz. Ben giysi konusunda bir türlü karar veremedim, dokumaya gelince sadece kaşmir dokuyorlar, küçücük tezgahlarda elle kaşmir dokuma, çok yumuşacıktı , işte onlardan aldım. İkinci molaya gelince bir inci üretim merkeziydi. Bana çok vahşi geldi, istiridyeleri denizden çıkarmışlar, kabukları hafif aralayıp içine minik beyaz bir yuvarlak koyuyorlar ve istiridyeleri ızgara gibi bir düzeneğe yerleştirip denizdeki çiftliklere koyuyorlar, bir yıl sonra alıp içini açıyorlar, kimi ölüyormuş, kimisi inci yapmayı reddediyormuş, O anda açılanları seyretttik, birisinden minicik ama pırıl pırıl bir inci çıktı, diğerinden beyazın beş katı büyüklüğünde siyah bir inci çıktı, çok ilginçti çok. Gerçi inci çiftlikleri okyanusta tuzlu suda, havuz incisi gibi yapay değil ama yine de tam doğal değil.


Ha Long Körfezi'ne geldik. Hemen körfezin bitişiğinde yine Ha Long isimli bir şehir var. Çok çoook eskiden bu şehrin yerinde bir küçük köy varmış, iyi kalpli çalışkan insanlar yaşarmış, pirinç ekip biçerlermiş, tam ürünlerini topladıkları gün korsanlar gelip neleri var, neleri yok soyup giderlermiş. Bir gün tanrılar, köylülerin durumuna acımışlar, yakarmalarına kulak vermişler ve aşağıya bir ejderha göndermişler. Ejderha ağzından alevleri püskürtmüş, denize dokunan alevler mücevhere dönüp katılaşıp kalmış ve korsanlar bir daha bunların arasından geçip köye ulaşamamışlar. İşte 1994'de Unesco Dünya Mirası listesine alınan bu körfezde, kireç taşından (limestone) oluşan tam üç bin ada var. Her adanın ayrı ayrı adı var ama genel adları Ejderha Adaları ya da Mücevher Adaları...Körfezin adı da İnen Ejderha yani Ha Long Bay.

Aylardan kasım, yerel rehber gezmek için en uygun ayın kasım olduğunu söylüyor, şubat-nisan arası soğuk ve sisten dolayı, yaz aylarında da sıcak ve aşırı nemden gezmek çok zormuş. En uygun ayı bulmuş olmanın rahatlığıyla Pelican İşletmesi'ne bağlı Pelican 2 gemisine bindik.


Mücevher Adaları gerçekten mücevher gibi, aralarında biraz dolaştıktan sonra durduk, o kadar çok gezinti teknesi var ki, sanırım hepsinin duracakları yerler belli. Adalardan kimisinde tapınaklar varmış, kimisinde de denize girilebilecek kumsal. Kumsal güzeldi ama deniz suyu soğuktu, aslında bizdeki Ayvalık gibi, Foça gibi soğuk. Hadi o belki idare edilebilir, girince alışılabilir ama bacakları kolları bıçak gibi kesen deniz analarından bahsettiler, tam da üreme zamanlarıymış. Girmedim tabii, bıçak gibi kesme riskini gözümde büyüttüm. Zaten girenler hemen çıktı. Adaların arasına tekneler giremediği için, can yeleklerini giydik, kanodan hallice ufak sandalımsılara bindik ve ada ada dolandık, asıl gidiş noktamız Hang Sung Sot yani Sürprizler Mağarası. 1800'lerin sonunda bir Fransız gezgin, buralarda dolanırken bu mağaraya girmiş, içiçe girmiş üç mağarayı, renkleri ve büyüklüğü görünce o kadar şaşırmış ki buraya Surprise Cave demiş. Halbuki o zamanlar zaten burası yerli halk tarafından biliniyor ve su sarnıcı gibi kullanılıyormuş. Zaten adı da varmış. Ama o batılı kibri var ya, zaten bilinen mağarayı keşfediyor ve bir de isim koyuyor. Neyse ki şimdi mağaranın adı Hang Sung Sot. Fransız'a kızdım ama mağaraya girince aaaaaa, vayyyyy, bu da neeeee dedim, yani içerisi tam sürpriz.



Adaların arasında birbirine bitişik salların üstünde yaşayan köylüler var, yanlarına çok yaklaşılamıyor, daha doğrusu kürek çekerek küçük salımsı bir şeyle gidebilinir. İşte onlardan birisi kürek çeke çeke kamaramın yanına geldi, yiyecek, içki, balık, deniz ürünü falan satıyor, meyveli bir ev birası aldım ve inen ejderhanın şerefine kaldırdım.





Bİ DE BUNLAR VAR

0 yorum