hekimanne gezerken

Bir uçtan, bir uca VİETNAM - HANOİ

15:19

Aklımda kalanlar, yüreğime dokunanlar, tekrar görmek, duymak, tatmak istediklerim

Vietnam'ı dolaşmaya kuzeyinden başladık, yavaş yavaş güneye doğru indik. Aylardan kasımdı, hava onlara göre de sonbaharın sonları ve kışın başlangıcı. Tropikal iklimin kışı demek ki böyle oluyormuş, sıcak, nemli, boğucu, yağmurlu....ve üşüyorlar, kış geldi diye mont falan giyiyorlar.


İlk durağımız Hanoi'ydi, Hanoi'ye Luang Parabang'dan Lao Havayolları'nın küçümencik bir uçağıyla geldik. Yani gezimiz Vietnam'la başlamadı, öncesinde Laos ve Kamboçya'yı gezdik. Onları başka bir yazım'da anlatırım. Şimdi tek konumuz Vietnam, hatta sadece Hanoi.....Ya da ilk kurulduğu adıyla Thang Long ( Yükselen veya yayılan ejderha)

Vize girişte alınıyor, bir fotoğraf lazım ve neden geldiniz, kaç gün, nerede kalacaksınız sorularının cevaplandığı bir form dolduruyorsunuz, sanırım kapıdan dönen yok, herkese vize veriyorlar. Zaten turizm 1990'ların sonunda başlamış, turistleri seviyorlar.

Hanoi şu anda Vietnam'ın politik başkenti. Önceden de 1010-1802 arasında kesintisiz başkentlik yapmış. 1802 de imparator Gia Long başkenti Hue'ye taşımış ve Hanoi Hue'den daha görkemli olmasın diye tüm sarayları yıktırmış. Bu coğrafyanın sonsuz karışık bir tarihi var, herkes birbiriyle akraba ve hepsi birbirleriyle savaşmışlar. Vietnam ile ilgili son savaş henüz hepimizin aklında ve anılarında....Neyse hepsi geride kalmış, kendileri de böyle söylüyorlar.

Şimdi gelelim Hanoi'ye. Ama öyle adım adım yaptıklarımı anlatmayacağım. Aklımda kalanlar, yüreğime dokunanlar, tekrar görmek, duymak, tatmak istediklerimi biraz da ballandıra ballandıra anlatacağım.

Hanoi ilk görüşte sanki tanıdık gibi de, nesi tanıdık geldi önce bilemedim. İnsanların tipleri farklı, iklim farklı, trafiğin yüzde doksanını oluşturan motorsikletler farklı, nehirlerin, göllerin rengi farklı, yemeklerin lezzetleri farklı...Belli ki duygular tanıdık, bizim coğrafyadaki gibi konuşkan, neşeli, arkadaş canlısı insanlar dört bir yandalar ve yapışkan pazarlıkçı satıcılar da her yerde...Yarı alınmış çöpler, yarı temiz tuvaletler, dünyanın merkezini yaşadığı ülke zannetmeler, sokak yemekçilerinden etrafa salınan kokular....Yani bizim gibiler, işte bu tanıdık geldi...
Konfüçyüs Tapınağı

Tek Sütunlu Pagoda
, Quac Pagodası, Quan Thanh Tapınağı gibi tapınak ziyaretleri yaptım. Tüm bunlar gel, bak, fotoğraf çek, hakkında bilgi al ve unut tarzındaydı. Ama bir Edebiyat Tapınağı vardı ki, kesin görülmeli. Çinli filozof Konfüçyüs adına yapılmış en eski tapınakmış. Muhteşem bir giriş kapısı, lotuslerle süslü havuzları, üstünde tapınağın öğretilerinin yazıldığı taştan yapılmış kaplumbağalarıyla görülesi bir tapınaktı. Hanoi'de üniversite mezuniyet törenleri burada yapılırmış. Biz bir pazar günü oradaydık, bir değil bir kaç tane mezuniyet töreni gördük. Tapınaktaki bronzdan yapılmış dev Konfüçyüs heykelinin ayağına dokunanlar bilgiyle donanırlarmış, herkes dokunduğu için ayak parlamış. 
Konfüçyüs'ün ayağı



Hanoi'de bir opera binası var. Vietnamın Fransız kolonisi olduğu dönemde, yani kolonyal dönemde yapılmış. Paris'deki Garnier Sarayı'ndan esinlenilmiş( 1901-1911). İşte o bina Hanoi'nin tam merkezi kabul ediliyor, Vietnamca'da ki adı Nhà hát lớn Hà Nội. Dört bir yanından dolandık ama içini görmedim. Bir otel, ne kadar opera binasına yakınsa o kadar pahalıymış. Biz Melia Hanoi Hotel'de kaldık. Opera binasına bir kilometre kadar mesafede, yani orta pahalılıkta....Opera binası dışından çok hoş bir bina, dediğim gibi içini ve programları bilmiyorum.

Hanoi, coğrafi açıdan üç bölgeymiş de tabii kalış sürem hepsini dolaşmaya yetmedi, biz gerçek şehrin kurulu olduğu delta da dolaştık. Delta demek, sulak alan demek, her yer göl, her yer nehir. İki tane gölü çok yakından gördüm. Batı Gölü ve Kılıç Gölü.

Efsaneye göre 15 yy’da General Le Loi, Çinli Ming Hanedanı’na karşı savaşmadan önce Hanoi ‘nin ortasındaki gölden altın renkli dev bir kaplumbağa çıkmış ve ona sihirli bir kılıç vermiş. Le Loi de bu kılıç sayesinde Çinliler’i yenmiş. Kılıca ne olmuş derseniz, savaş bittikten sonra general gölde yelken yaparken kaplumbağa tekrar çıkmış ve kılıcı geri almış. O gün bugündür gölün sihirli bir kılıç sakladığına inanılırmış. Gölün adı Hoan Kiem bu hikayeden gelirmiş, “kılıç saklayan göl” manasında…

Kılıç Gölü'ne gelen turistler oradan yürüme mesafesinde olan Su Kuklası Tiyatrosu'na mutlaka gidiyorlar. Ve tabi ki biz de gittik. Neden su derseniz? Muson yağmurları yağdığı zaman gelen sellerden herkesin evlerini sel basarmış, o travmayı biraz da hafifletmek için, çok dramatik olayları bile gülünecek hale getirmişler, üstelik su içinde ve kuklalarla. Giderek bu gösteri kültürel bir gelenek halini almış. Güzel ve ilginçti ama Vietnamca'ydı, ne denildiğini anlamayınca, kendimi giderek uykunun kollarına bıraktım, bir saatlik gösterinin yarım saatini görmüşümdür. Ama kılıç efsanesinin gösterisini gördüm, konuyu da bildiğimden, en çok onu beğendim.
Su Kuklası

Tiyatro çıkışı bisikletle çekilen mini faytona bindim. Bunların ismi, güneyde tuktuk, kuzeyde cyclo (saylo diye okunuyor). Şehrin kalbinde (oraya da Old Quarter deniyor) neredeyse bir saat dolandım. Meslek loncalarının olduğu, birbirini kesen sokaklar, görüntüsü ve gürültüsüyle hiç rahatsız etmeyen bir kalabalık, sokaklara taşmış anormal isimli, anormal şekilli ( tabii bana göre) tropikal meyveler, kaldırımlarda minicik taburelere oturmuş yeşil çay içen modern gençler, her adım başı sokak yemekçileri, bisikletinin sepetinde onlarca ayna ve canlı tavuk taşıyan adamlar, müzikli çöp arabaları, anlamlı anlamsız çalan kornalar, sokakta bir duvara ayna asmış, karşısına bir sandalye koymus, havlusu ve usturasıyla müşteri bekleyen sokak berberleri, mezar taşçıları, üzerinde “chai” yazan paket paket, çeşit çeşit çaylar, tek motosiklete sığan üç çocuklu aileler, yağmur başlayınca, sanki sihirli bir değnek dokunmuş gibi, on saniyede yağmurluğunu giyiveren yüzlerce motosikletli, tozlu bir vitrin camına dizilmiş haşlanmış, kızarmış, çiğ istakozlar, yengeçler, kaskları ve ağız maskeleri nedeniyle sadece gözleri görünenler.....Sanki bir filmin içine girdim, seyrettim ve çıktım gibi, ne kadar tarif etmeye çalışsam da görmek lazım.

Hanoi mimari açıdan da çok karışık bir şehir, yüz yıla yakın bir süre Fransız Kolonisi olarak kaldığından, geleneksel mimarinin arasında azınsanmayacak kadar çok kolonyal dönem binaları da var. Geniş meydanlar, bahçeler, parklar da var ama ayrıntılarını arabanın içinden çok da fazla göremedim. Ancak bir meydan var ki, en ince ayrıntısına kadar gezdim. Ba Dinh Meydanı'ndan bahsediyorum. Ho Chi Minh'in evi, müzesi ve mozolesinin bulunduğu meydan.

Ho Chi Minh 1890-1969 arasında yaşamış, Vietnem'ın birleştiğini göremeden de ölmüş. Asıl adı Nguyen Tat Thank. Yirmi bir yaşında Vietnam'ı terkedip Fransa'ya gitmiş, burada pastacılık öğrenmiş, Carlton otelde çalışmış, sonra ABD, ingiltere dahil bir çok ülke dolaşmış, Fransa'da Komünist Parti'ye katılmış, iyi bir teorisyen olmuş ve işte bundan sonra aydınlanmış ışık anlamına gelen Ho Chi Minh adını almış ve 1941'de Vietnam'a dönmüş, kısaca Vietnamlı'ların Ho amcası.

Savaş esnasında yıllarca Kuzey Vietnam dağ köylerinde saklanmış, savaşı oralardan yönetmiş, binlerce ABD ajanı ve işbirlikçileri, bir avuç yerde onu bulamamışlar. Fransa Kolonisi olduğu zamanlarda Fransız Valinin oturduğu çok güzel sarı renkli bir saray var, Ho Chi Minh Hanoi'ye döndüğü zaman, orada kalmak istememiş, sarayın bahçesine yıllarca saklandığı evin aynısı olan klasik bir Vietnam evi inşa ettirmiş ve ölünceye kadar da orada kalmış. Altta bir oda, üstte bir oda, bir yatak, bir masa, bir dolap hepsi bu. Zaten çok yaşlanınca yukarıya çıkamamış ve hep alt odada yaşamış. Bahçede lotuslarla süslü havuzlar var, kocaman pembe sazanlar yüzüyorlar, Ho Amca'nın en büyük zevklerinden birisi de bu balıklara yem atmakmış. Bahçe de çok ilginç bir ağaç vardı, kökleri dışarıda, dışarıdaki kök parçaları Buda'ya benzediği için ismi Buda Ağacı, şans getirdiğine inanılıyor. Bir de dolaşırken baktım bir bahçede ağaçlar var, meyve dolu, nasıl güzel, ne kadar ilginç diyorum, meğerse bizim bildiğimiz greyfurt ağaçlarıymış ama beni şaşırtan şey greyfurtların alışık olduğumuzdan  iki misli büyüklükte olmasıydı.
Ho Chi Minh bahçesinde Buda Ağacı kökleri

Bahçe, müze, ev kompleksinden meydana geri dönünce, meydan göz alabildiğine boş beton tarlası gibi geliyor. İşte bu beton boşluğun tam ortasında mozole var. Ho Amca o mozolede yatıyor. Lenin'in mozolesinin aynısıymış. Ancak bakım olduğu için kapalıydı, içine giremedik, girenlerden duydum, mumyalanmış Ho Chi Minh, uyuyor gibiymiş, hafif de gülümsüyormuş. Gerçi mozolenin önündeki alanda kaykaya binen, ABD bayraklı tişortlar giymiş, ellerinde Gloria Jean's bardakları olan Vietnam'lı gençleri görseydi yine de güler miydi? Bilemeyeceğim
Ho Chi Minh Mozolesi

Henüz Vietnam'daki ilk günümde iki yiyecek beni büyüledi, İlki bir meyva passion fruit, biz çarkıfelek meyvası diyormuşuz, bu yaşıma kadar ne yedim, ne de duydum, içeriğinde passiflora varmış, Vietnamca'da chanh day (çeng zey) deniyor, passiflora içerdiğini sonradan öğrendim, gerçi gezi boyunca hergün on, on beş tane yedim, herhangi bir sedasyon hissetmedim, hatta dönüşte bavuluma koyup getirdim, o kadar sevdim yani. Diğerine gelince onun ismi Bo Bia, bir nevi dürüm, sokaklarda satılıyor. Pirinç kağıtların içine, hindistan cevizi, şeker kamışı ve siyah susam sarılıyor, yok böyle lezzet, sihirli valla. Batı gölünün üstündeki köprüden, Kılıç Gölü'ne doğru giderken adım başı Bo Bia'cı var, kesinlikle alın, hem de bir kaç tane alın.....


































Bİ DE BUNLAR VAR

0 yorum