Alfred Hitchcock pek çok filmini burada tasarlamış, hatta çekmiş.
Hep, az plan yapıp, az eşya alıp, az para harcayıp çok yer gezebilmek isterdim. Var mı böyle bir seyahat şekli? Evet var....Bir kaç yıl önce kızlarımla beraber, Dalmaçya kıyılarını dolandık, işte bu yöntemle, az plan-az eşya-az para. Booking'den ucuz uçak biletleri, pansiyonlar bulduk. Dubrovnik, Split ve Zadar'a gittik. Dubrovnik turist dolu, Split eh bir derece ama Zadar henüz tur programlarına konmamış, rahat gezilebilir halde. Ya araba kiralayacaksınız, ya da otobüsle seyahat edeceksiniz. Biz, az para şartına uyduk ve hep otobüs kullandık. Zadar garajı şehrin dışında, üçüncü sınıf bir Anadolu kenti görünümünde, neyse taksi bol ve ucuz. Burada da tüm diğer şehirlerdeki gibi bir 'old city' denilen kısım var. Ama diğer şehirlere nazaran sönük kalıyor, plajlarının da diğer plajlardan üstünlüğü yok. Beş yıl öncesine kadar da, turizm konusunda diğerlerine göre çok gerideymiş.
Sesler ve renkler
İşte hal böyleyken, belediye düşünmüş ve ilanlar vermiş, ilginç projeler üretin demiş. 2008 de bir endüstriyel tasarımcı iki proje sunmuş. İkisi de kabul edilmiş ve yan yana yapılmış. Sea organ ( deniz orgu) bir kanallar sistemi, dalgalara ve rüzgara açık burundan başlayıp içeriye doğru labirent şeklinde borular yerleştirilmiş, sular kanallardan geçerken inanılmaz sesler çıkarıyor. Bir diğeri ' Greetings the sun' bir solar disk, güneş enerjisinin görüntüsel şekli gibi bir şey, gün battıktan sonra, disk üzerinde gök kuşağı renkleri saatlerce oynaşıyor.
Hitchcock ve gün batımı
Alfred Hitchcock pek çok filmini burada tasarlamış, hatta çekmiş. Rivayete göre dünyadaki en güzel gün batımının, şu anda ses ve renklerin beraber dans ettiği bu burunda olduğunu söylemiş. Gerçekten söylemiş mi, bilemem ama eğer yolunuz Hırvatistan'a düşerse Zadar'ı görün derim. Bir de Türklerden korunmak için yaptıkları surların dibinde, sıra sıra şık restoranlar var. Birisinde oturduk, adı Fosa restorandı, surlara bakarak ahtapotlu, beyaz şaraplı harika bir gece geçirdik. Oraya da gidin derim, manzara muhteşem, garsonlar kibar, her şey çok lezzetliydi.
Hep, az plan yapıp, az eşya alıp, az para harcayıp çok yer gezebilmek isterdim. Var mı böyle bir seyahat şekli? Evet var....Bir kaç yıl önce kızlarımla beraber, Dalmaçya kıyılarını dolandık, işte bu yöntemle, az plan-az eşya-az para. Booking'den ucuz uçak biletleri, pansiyonlar bulduk. Dubrovnik, Split ve Zadar'a gittik. Dubrovnik turist dolu, Split eh bir derece ama Zadar henüz tur programlarına konmamış, rahat gezilebilir halde. Ya araba kiralayacaksınız, ya da otobüsle seyahat edeceksiniz. Biz, az para şartına uyduk ve hep otobüs kullandık. Zadar garajı şehrin dışında, üçüncü sınıf bir Anadolu kenti görünümünde, neyse taksi bol ve ucuz. Burada da tüm diğer şehirlerdeki gibi bir 'old city' denilen kısım var. Ama diğer şehirlere nazaran sönük kalıyor, plajlarının da diğer plajlardan üstünlüğü yok. Beş yıl öncesine kadar da, turizm konusunda diğerlerine göre çok gerideymiş.
Sesler ve renkler
İşte hal böyleyken, belediye düşünmüş ve ilanlar vermiş, ilginç projeler üretin demiş. 2008 de bir endüstriyel tasarımcı iki proje sunmuş. İkisi de kabul edilmiş ve yan yana yapılmış. Sea organ ( deniz orgu) bir kanallar sistemi, dalgalara ve rüzgara açık burundan başlayıp içeriye doğru labirent şeklinde borular yerleştirilmiş, sular kanallardan geçerken inanılmaz sesler çıkarıyor. Bir diğeri ' Greetings the sun' bir solar disk, güneş enerjisinin görüntüsel şekli gibi bir şey, gün battıktan sonra, disk üzerinde gök kuşağı renkleri saatlerce oynaşıyor.
Hitchcock ve gün batımı
Alfred Hitchcock pek çok filmini burada tasarlamış, hatta çekmiş. Rivayete göre dünyadaki en güzel gün batımının, şu anda ses ve renklerin beraber dans ettiği bu burunda olduğunu söylemiş. Gerçekten söylemiş mi, bilemem ama eğer yolunuz Hırvatistan'a düşerse Zadar'ı görün derim. Bir de Türklerden korunmak için yaptıkları surların dibinde, sıra sıra şık restoranlar var. Birisinde oturduk, adı Fosa restorandı, surlara bakarak ahtapotlu, beyaz şaraplı harika bir gece geçirdik. Oraya da gidin derim, manzara muhteşem, garsonlar kibar, her şey çok lezzetliydi.
Yan masadaki bir adamı gösterdiler, yemek alma sırasında iki kişi önümdeydi, tepsisinde peynirli ekmek vardı, fincanında kahve sanırım. Mor bir gömlek giymişti, emekli bir papazmış
Arada Norveç'e dair yazılar yazacağım. Neredeyse Türk hasta kadar Norveçli hasta muayene ettim. Pek çok kez, bu karlar ülkesine gittim. Gidişlerden birinde yolumuz meclise düştü. Onlar bu parlamentoya Stortinget diyorlar. Bizde o yıllarda İşçi partisinin sağlık ve sosyal yardım komitesindeki bir üyesiyle görüşmeye gittik. Korumalar, engellemeler falan yok, derdini anlatıp giriş kartını alıyorsun.
Stortinget
Resepsiyon, bana Türk hamamı intibası verdi, kubbeli, hafif yankılı. Biraz ileride, yan duvarı tamamen kaplayan bir tablo var. 1950 li yıllarda yapılmış, o zaman ressamın siyasi fikirleri uygun bulunmadığından asılamamış,1990 da yerine konulabilmiş. Tabloda yüzlerce çıplak insan var, ortada bir siyah bir beyaz kadın figürü, hürriyetin kardeşleri diyorlar onlara, birisi bilgiyi, birisi tabiatın zenginliğini simgeliyormuş, el eleler, çevrelerinde serbest bırakılan mahkumlar, sanayi ve tarım işçileri beraber. Resim, yıllar geçsede gözümün önünde ama ressamın adını hatırlayamadım.Üst kata çıktık, kırmızı bakır levhaların üstüne 1. ve 2. dünya savaşlarında verdikleri şehitlerin isimlerini yazmışlar, önlerindeki vazolara her gün taze çiçekler koyuyorlarmış. Bir de meclis başkanının toplantı odasında ki el yazması ilk anayasaları kalmış aklımda.
Başbakan
Meclisin ziyaretçilere ait locasında, bir kaç dakika durup oturuma baktım, içimden ne kadar gençler diye geçirdiğimi hatırlıyorum. Biz görüşmeye meclis lokantasında devam ettik. Yan masadaki bir adamı gösterdiler, yemek alma sırasında iki kişi önümdeydi, tepsisinde peynirli ekmek vardı, fincanında kahve sanırım. Ben karidesli ekmek ve elma suyu aldım. Mor bir gömlek giymişti, emekli bir papazmış, o gün yeterli bütçe desteği alamadığı için görevi bırakan başbakanları Bondevik.
Soğuğu sevmiyorum
Buradan sağlık personeli yardım derneğinin toplantısına gitmek için ayrıldık, aralığın son günleri, her yer yılbaşı için süslenmiş, ışıl ışıl, lapa lapa kar yağıyor, kaymamak için çok dikkatli yürüyorum, taksi bulmak bazen çok zor. Giderek dizlerimi ve burnumu hissetmemeye başlıyorum. Etrafın güzelliğine bakıp keşke burada yaşasaydım demiştim bir kaç dakika önce, soğuk iliklerime kadar işleyince sıcak ülkemi özleyiverdim.
Arada Norveç'e dair yazılar yazacağım. Neredeyse Türk hasta kadar Norveçli hasta muayene ettim. Pek çok kez, bu karlar ülkesine gittim. Gidişlerden birinde yolumuz meclise düştü. Onlar bu parlamentoya Stortinget diyorlar. Bizde o yıllarda İşçi partisinin sağlık ve sosyal yardım komitesindeki bir üyesiyle görüşmeye gittik. Korumalar, engellemeler falan yok, derdini anlatıp giriş kartını alıyorsun.
Stortinget
Resepsiyon, bana Türk hamamı intibası verdi, kubbeli, hafif yankılı. Biraz ileride, yan duvarı tamamen kaplayan bir tablo var. 1950 li yıllarda yapılmış, o zaman ressamın siyasi fikirleri uygun bulunmadığından asılamamış,1990 da yerine konulabilmiş. Tabloda yüzlerce çıplak insan var, ortada bir siyah bir beyaz kadın figürü, hürriyetin kardeşleri diyorlar onlara, birisi bilgiyi, birisi tabiatın zenginliğini simgeliyormuş, el eleler, çevrelerinde serbest bırakılan mahkumlar, sanayi ve tarım işçileri beraber. Resim, yıllar geçsede gözümün önünde ama ressamın adını hatırlayamadım.Üst kata çıktık, kırmızı bakır levhaların üstüne 1. ve 2. dünya savaşlarında verdikleri şehitlerin isimlerini yazmışlar, önlerindeki vazolara her gün taze çiçekler koyuyorlarmış. Bir de meclis başkanının toplantı odasında ki el yazması ilk anayasaları kalmış aklımda.
Başbakan
Meclisin ziyaretçilere ait locasında, bir kaç dakika durup oturuma baktım, içimden ne kadar gençler diye geçirdiğimi hatırlıyorum. Biz görüşmeye meclis lokantasında devam ettik. Yan masadaki bir adamı gösterdiler, yemek alma sırasında iki kişi önümdeydi, tepsisinde peynirli ekmek vardı, fincanında kahve sanırım. Ben karidesli ekmek ve elma suyu aldım. Mor bir gömlek giymişti, emekli bir papazmış, o gün yeterli bütçe desteği alamadığı için görevi bırakan başbakanları Bondevik.
Soğuğu sevmiyorum
Buradan sağlık personeli yardım derneğinin toplantısına gitmek için ayrıldık, aralığın son günleri, her yer yılbaşı için süslenmiş, ışıl ışıl, lapa lapa kar yağıyor, kaymamak için çok dikkatli yürüyorum, taksi bulmak bazen çok zor. Giderek dizlerimi ve burnumu hissetmemeye başlıyorum. Etrafın güzelliğine bakıp keşke burada yaşasaydım demiştim bir kaç dakika önce, soğuk iliklerime kadar işleyince sıcak ülkemi özleyiverdim.
İnsan icatlarının içinde en çok yazıyı seviyorum. Yazı olmayan, dolayısıyla kitap olmayan bir dünya...Kimimizin dünyaları yazının icadına rağmen öyle ya. Hani çocuklara okuma alışkanlığı kazandırmak için, onları okumaya özendirin, önce kendiniz okuyarak onlara örnek olun deniyor ya, benim hayatımda bu biraz oldu, biraz olmadı. Büyük kızım, benim gibi tam bir kitap kurdu, oğlum ve küçük kızım maalesef.
Teşekkürler Babacığım
Benim babam öğretmendi. Okulların kütüphanelerini, halk kütüphanelerini kullanmayı öğretmişti bana. Kendi kitaplarımda vardı tabii. Bana Jules Verne'nin, Denizler Altında 20.000 Fersah kitabını vermişti. 10-11 yaşlarındaydım, yaş günü hediyemdi, beraber geçirdiğimiz son yaş günü, onun da bana verebildiği son hediye.
Jules Verne
Defalarca okudum. Sonra aynı yazarın, Arzın Merkezine Seyahat, 80 Günde Devr-i alem kitaplarını okudum. Ve unuttum, tarihin tozlu sayfalarına gömdüm denir ya, işte öyle. Ta ki geçenlerde nautilus bir deniz canlısı mı? diye bir soru geldi, hatırlamıyorum kim sordu? Anılarım canlandı, döndüm tekrar baktım şu bizim Verne'e.
Keraban ne demekse?
Yaşarken kıymeti bilinenlerden, ailesi varlıklı, öyle sürünme,aç kalma,şizofreni gibi bir geçmişi yok. Hatta öldükten iki yıl sonra mezarına anıt bile dikilmiş, mezarından uzanmış da elini yıldızlara uzatıyor gibi bir anıt. Eserlerinden ikisini okumaya karar verdim. İlki, İnatçı Keraban; II.Mahmut döneminde Osmanlı coğrafyasında geçen bir öykü. İkincisi, 20. yüzyılda Paris; Bu öyküyü yazmış, yayımcısına göndermiş. Yayımcı demiş ki, 'Yok artık, ne kadar karamsarsın, bunu basarsak kimse okumaz'. Ve unutulmuş öylece, eski notlar arasında, 1990 da, yayımcının ailesinden birileri bulmuş, kitap nihayet basılmış. Bunları okuyup anlatırım sizlere, ne anladığımı yani.Aslında Osmanlıda 1875 ten sonra Jules Verne kitapları çevrilmiş, harf devriminden sonra, hepsi yeni harflerle tekrar çevrilmiş. Bize okumak kalmış. Diğerlerini okusam da, benim favorim Nautilus, Kaptan Nemo. Nautilus, yunanca denizci demekmiş, nemo da latincede hiç kimse.
Nautilus
Tabii konumuz dışında ama nautilus aslında bir deniz canlısı, denizlerin denizaltısı, bir geometri mucizesi, altın oranlı bir kafadan bacaklı. Hani bir evrim algoritması var ya; Üst alem-alem-şube-sınıf-alt sınıf-takım-alt takım-familya diye gider. İşte nautilusun üst alemi eukaryaymış. Eukarya 500 milyon yaşında, şaka gibi. Bizim kıyılarda görme şansımız yok tabii, güney pasifiğin derinliklerinde yaşıyor. 4000 metrelere inerek hemde.
33 yıldır çalışıyorum, ağrıyla uğraşıp duruyorum, önce ağrının nedenini araştırıyorum. Muayene, tahliller, görüntüleme teknikleri gibi yardımcılarım var.. İsmini koyduktan sonra tedavi başlıyor.İlaç, fizik tedavi, egzersiz, lokal enjeksiyonlar, manuplasyon, bantlama teknikleri....vs. uygun olanları kullanıyorum. Ağrıyla baş etme süreci, hastam için de, benim içinde zor bir süreç.
Her açıdan tedavi
Ben branşımla ilgili işleri yaparken, hastalarımla hep sohbet ederim. Böylece ağrıyı oluşturan nedeni de daha kolay tespit ediyorum. Genelde herkes yorgun, yeteri kadar dinlenmeyen, yeteri kadar eğlenmeyen, yeteri kadar gülmeyen, oynamayan, okumayan, tatil yapmayan bir çoğunluk var çevremde. Tamam, benim esas işim ağrı ama bu konuda da söyleyeceklerim var. Onlara dinlenmeyi öğretiyorum, dinlenirken hayal kurmayı, spor yapmak için salonlara ve aletlere gerek olmadığını, yürümenin en güzel hareket olduğunu anlatıyorum. Bağ bahçe gerekmiyor, balkonunuzda, camınızın önünde kıpkırmızı açan bir sardunyanız sarksın diyorum, evinize girmeden birkaç kedi okşayın, onlar da paçalarınıza sürünüp sizleri okşasın. Şiir okuyun, hatta yazın diyorum. Bazen kendi yazdıklarımdan birkaç mısra okuyorum, sonsuz şaşırıyorlar.
İçimdeki Çocuk
Limona, tırnağınla bir çentik atıp, kabuğunu koklamadıysan
Ve içi dolu turşucuk demediysen ona.
Kaldırım taşlarının çizgilerine
Basmamaca oynamadıysan bu hafta.
Cebinde dolaştığın yerlerden, aldığın bir kaç taş
Şöyle ilginç şekilli yaprak, çer çöp yoksa.
Sesli, sesli gülmedinse
Kıkırdarken gözlerin çizgi gibi kalmadıysa.
Ağlamadınsa hiç ,içini çekerek
Yıkamadınsa yüzünü, gözyaşlarıyla.
Battaniyeyi başına çekmediysen, yatarken
Ve hayaller kurmadıysan, seni almadan uyku kollarına.
Hiç bir şey yazmadıysan, çizmediysen
Ya da boyamadıysan dünyayı, gökkuşağına.
Seke, seke yürümediysen plansız, programsız
Koşmadıysan, dokunmadıysan, sarılmadıysan
Evdeysen, işteysen, en önemli konun paraysa.
Öldü mü, kaldı mı, yorgun mu, küskün mü?
Ne yaptın sen içindeki çocuğa?
Feray Coşkun
Bunu sonunda becerdim. Tüm bulutlardan yüksek, tüm çağlayanlardan kuvvetli, tüm tüylerden hafif bir durum bu.
Ben, bir gezi yazarı değilim. Bir çok yere gitmişimdir şimdiye kadar, ne kadarını gördüm bilmem. Kimini tamamen unuttum, kimine gitmez olaydım dedim, tek tükünü hatırlayınca ruhumu hafif bir esinti okşayıp geçiyor. Yani iyi bir gezen değildim, yazan da değildim.
Gezi yazısı nasıl yazılır?
Gezi yazarı değilim de, iyi bir günlük yazarıyım. Dolandığım her yeri, aynı şablonla yazmışım. Çoğu turlarla geziler, sabahın seherinde başlıyor, gece yarısı uyanıyorsun yani, yola çıkmadan gideceğin yer hakkında her şeyi okuduğundan, bilmediğin kalmamış, hatta bir açık aramaca ' Ama filan feşmekan sözler vermişsiniz, tutmuyorsunuz, asla bir daha sizinle gezmeyeceğim.' Ya da tam pansiyon, her şey dahil çılgınlığında yeme içmeler. Panoramik şehir turu neyse, hava alanından otele giden yol bu besbelli ve bir de ekstra turlar. Ben de bunları yazmışım, falana bindik, şu kadar saat gittik, şunu bunu gördük, bilmemneleri yedik. Hissettiklerim yok, şaşkınlıklarım yok, heyecanlarım, meraklarım, çocukluklarım yok, yok.......
Son gezişlerde ne değişti ki?
Son gezişlerim var. Ne oldu ki Feray dedim, ne bu coşku, bu mutluluk, bu yumuşacık olma hali? Meğerse daha önce gittiğim yerlere kendimi götüremiyormuşum. Bunu sonunda becerdim. Tüm bulutlardan yüksek, tüm çağlayanlardan kuvvetli, tüm tüylerden hafif bir durum bu. Bulut çağlayan, hafiflik deyince ve gezmek deyince....Bu yıl iki kez Karadenize gittim. Arhavi ve Çamlıhemşin
Ezmoce köy evi, Fırtına pansiyon, Koçiro pansiyon
Arhaviye birçok yolla ulaşılabilir. Ben İstanbul-Batum-Hopa-Arhavi yoluyla gittim, yoldaşlarım vardı, bir art terapi grubu. Ezmoce, lazca rüya demekmiş. Bu ev sahibinin rüyası, gerçekleşen rüyası. Eski evleri sökmüşler, getirip bir derenin dibinde birleştirmişler, misafirperverlikle yoğurmuşlar. Aklımda neler kaldı? Birol Topaloğlu'nun tulumu eşliğinde, yağmur altında, düşe kalka Mençune Şelalesine çıktığım, her sabah mıhlama yediğim, bal kovanlarının arasına ayıları korkutmak için asılan aynalar, yemyeşil çay yaprakları, ilk kez öğrendiğim bir lazca aşk şarkısı 'ayva skani'.....Çamlıhemşine gitmek daha kolay sanki, İstanbuldan Trabzona, sonrası sahil yolundan doğuya doğru giderken oralarda bir yer işte, burada da bir şelale var, Palovit şelalesi, üstünde gök kuşağının renkleri ve Kito yaylası , taaa yukarılarda, bulutların komşusu. Bir de Rize simiti var, susamsız ve incecik. Eyüpte bir seyyar simitçiden buldum aldım, aynı değildi sanki, simit almaya Rizeye gider miyim. Giderim belli mi olur.
Özlemle ilgili koku, renk, tat, dokunuş, ses bulun getirin bugüne. Kandırın beyninizi işte, Acı azalıyor acı.......
Neyse ne, özlüyoruz işte. Ve acı çekiyoruz, oraya, o ana gitmek imkansız diye içimiz ezile ezile özlüyoruz.
Beynimizi kandıralım mı?
Şimdi bir sandalyeye oturuyoruz, sessiz ve biraz da serin olsun etraf. Gözlerimizi kapatıyoruz, hooopppp kendimizi yaşam çizgimizin başına atıveriyoruz. Etrafa baka baka, yavaş yavaş bugüne doğru gelirken......O da ne? Çok mutluyum. Ahmet amca çimlerini biçiyor, kokusu mis, babama el sallıyor, gülüşüyorlar. elimdeki erimiş çikolatayı yalıyorum, taa dirseğime kadar akmış. Pıttt geri gel. Yeni biçilmiş çim kokusu, eriyip orama burama bulaşmış çikolata. Beş duyunun uyarıcıları bunlar. Şimdi al çikolatanı avcuna, ısınsın aksın şöyle, git park bahçe çim biçilen bir yere, derin nefesler ala ala yala elini, ohhhh bu kadar işte.
Denemesi bedava
Siz de beş duyuyla ilgili pratik yapın. Özlemle ilgili koku, renk, tat, dokunuş, ses bulun getirin bugüne. Kandırın beyninizi işte, Acı azalıyor acı.......
Özlemeye dair
Hep böyle kalsın demiştim
Küçük bir kızken ben
Tahta basamakların gıcırdamasını severdim
Ayakları gıdıklayan kilimlerde yürümeyi
Hani sobanın üstünde kestane pişerken
Biz oynardık yanı başında
İskambilleri üst üste koyardık da
Üfleyince yıkılırdı ya
Küçük bir kızken ben
Fesleğenleri severdim
Kokusu dans eder gibi gelirdi bana
Narin küpe çiçekleri, bir de üzüm salkımlarıyla dolu asma
Dedemin evini severdim
Tarçın kokan bir dolap vardı, şöyle köşede
Çaydanlık sürekli cızırdardı , mutfaktaki kuzinede
Çaya kurabiye batırmayı, bakla falı baktırmayı
Ha birde açık hava sinemasını
Severdim, küçük bir kızken
Henüz babam gitmemiş, bizimle
Beraber rumeli türküleri söylerdik de
Yaşlanırdı masmavi gözleri
Sorgulamazdım o zamanlar
Neden neşeli değil, neden bakıyor hüzünle?
Heyecanlı şeylerde olmaz değildi ha
Bir aşk mektubu trafiği mesela
Duygular harf olmuş, sözcük olmuş tutkuyla
Eee tabi ateşle barut yan yana
İlk kalp çarpıntıları, ilk hayaller
Küçük bir kızken ben
Cebimde birkaç dünya taşırdım hayallerden
Ve severken, ve gülerken
Ve hatta kahkahalarla gülerken
Hayallerin kırılabileceğini henüz bilmezken
Hep böyle kalır sanmıştım
Küçük bir kızken ben.
Feray Coşkun
Hani anlar vardır, bulunduğun yer diken olur batar, oksijen azdır sanki, boğulduğunu hissedersin, göğsün daralır da kalbini sığdıramaz oralara. İşte o anlarda kaç, uyum sağlamaya çalışma, değmez. Kaç da nasıl olacak bu? Mümkünse uzaklaş tabii de, cismen gidemiyorsan, zihnen git, en yakındaki hayali kurmaya koyul,aklına ilk geleni yazmaya başla.
Sıkıntıdan, papatyaya
Böyle bir an yaşadım yakınlarda. Dikenler battı, soluğum kesildi, kusacak gibi oldum, göğsüm daraldı......Zihnimi aldım, saldım kırlara, önümde kaşı gözü olan, beyaz yapraklı, sarı göbekli bir papatya, yaz hadi dedim, içimdeki kaleme. Bakın ne çıktı ortaya....
Sıkkın şiir
Yaz onları
Hani şu kaşı gözü, beyaz yaprağı
Sarı göbeği olan papatya var ya
Kış uykusundan uyanan
Perdelerini açan sonuna kadar
İşte onlardan bir taç yap
Bir taç yap, içinde ışık
Bir taç yap, içinde hayat
Bir taç yap sadece
Resimde, masalda, taçda papatya
Papatyada kadın
Papatyalardan fal bakan kadın
Kızıl akşamın, kızgın güneşin
Derin kuyuların kadını o
Ve yamacın papatyası
Baş rolü ver ikisine
Birisi başına tac etsin diğerini
Bir öykü yaz, gülsünler, ağlasınlar
Yalan da söylesinler, doğru da
Sevsinler öylece sıradan
Sevişsinler kadifeden yumuşak
Solduğunu anlamasın kadın papatyanın
Papatya anlamasın kadının yorulduğunu
Yorgun kadın, solgun papatya
Yine de yaz onları
Şiirler solmaz, öyküler yorulmaz de
Yaz onları
Feray Coşkun
Ben sahilde yürüyorum, hiç nabzımı saymıyorum, tahminen bir hız tutturuyorum, eski Türk filmlerinin şarkılarından birisini dilime doluyorum.
Söyleyeceklerim spor yapmak isteyen genç insanları bağlamasın. Ben 33 yıldır gözlemlediğim hastalarıma göre bir reçetelendirme yapayım.
Yürü ama nasıl?
Aç değiliz, tok da değiliz, bir bardak suyu yavaş yavaş içiyoruz. Şimdi giyinme vakti. Rahat, ter çeken, pamuklu kıyafetler giyiyoruz. Ayakkabımızın tabanı mutlaka ayak çukurumuzu destekliyor. Evet hazırız artık.Zaman, gün doğumundan bir tık sonra veya gün batımından bir tık önce. Yolun düz olması lazım, merdiven ve yokuş yok, hani mümkünse sahil, deniz kıyısı.
Hadi başlıyoruz
Öncesinde birkaç gerinme hareketi yapıyoruz, ısındığımızı hissediyoruz. Hız hesabı yapacağız şimdi, bilim diyor ki, kalbin maximal hızının %60 na kadar çık. Şimdi ben kendim için hesaplıyorum, aynı yolla siz de sizin uymanız gereken hızı bulun. Ben 57 yaşındayım. 220-57=163, bunun % 60 ı 98 çıktı. Demek ki ben yürürken kalp atım hızım 98 in altına inmemeli, bunu nabzımızı sayarak bulacağız. Tüm yürüyüş boyunca bu hızın hemen üstünde mesela 100 gibi kalacak bir hız tutturmalıyım. Hadi kalbim hızlı atsın diye nefes nefese kalmakta doğru değil. Yürürken konuşabilmeliyiz, şarkı söyleyebilmeliyiz.
Ne kadar yürüsem?
Süre günde 40 dakika, 20 dakika gidiş, arada dinlen , su iç, 20 dakika dönüş. Ve haftada en az üç, en çok beş gün böyle yürünecek.
Ben sahilde yürüyorum, hiç nabzımı saymıyorum, tahminen bir hız tutturuyorum, eski Türk filmlerinin şarkılarından birisini dilime doluyorum. 20 dakika sonra, kargalarla, martıları en rahat seyredebileceğim bir banka oturup dinleniyorum, benim buraların kuşları bunlar, sizin oralarda kimler varsa artık onları seyredin. Eğer varsa dinlenirken, ayakkabıları, çorapları çıkarıp çimlere basın. Amann ha kenelere dikkat......
Ben yaşamayı ölmeden öğrenenlerdenim. Hayat ne kadar hızlı ve ne kadar yavaş. Ne sevilesi ve ölesiye nefret edilesi. Ak ve kara. Kaynayan kazan ve kutup buzu. Sonsuz hayaller, umutlar ve yok oluşlar......Hımmmmm zor yani.....o zaman ne yapalım?
Kim bu Matriyoşka
Matriyoşka, hani bildiğimiz adıyla Matruşka, şu iç içe geçen bebekler. Nasıl yapılmaya başlanmış biliyor musunuz? 1890 da Moskova yakınlarındaki bir atölyeye, bir sanatçı, Japon düşünür Fukurama'nın iç içe geçmiş figürlerini getirmiş. Zaten o zamana kadar, iç içe oyma paskalya yumurtaları yapan Ruslar, bir kadın figürü yapmışlar, bu kadına Rusların geleneksel giysilerini giydirmişler, iç içe koymuşlar. Şans olsun diye de mutlaka tek sayıda olacak demişler. Sıra isim koymaya gelmiş, o coğrafyanın gelmiş geçmiş en güzel kadını olan Matriyoşka'nın adını koymuşlar.
Laf Matriyoşka'dan Feray'a nasıl geldi
Benim ne alakam var, 125 yıllık Matriyoşka namı diğer Matruşka ile? Ama var.....Şöyle var....Ben, içinden başka iç çıkanlardanım. Bir gün, kendi kendime yolun sonuna geldin dedim , öyle böyle değil, derin bir çaresizlik, kuyu dibi gibi. Son bir refleks hareket yaptım, daha doğrusu refleks demeyeyim, o kelime daha çok beden hareketiyle alakalı, halbuki bu ruhsal bir hareketti, burada kullanılacak çok güzel bir kelime var. Son kez insiyaki bir adım attım. İnsiyaki yani iç güdüsel , benim durumumu tam açıklayan bir kelime. Hafifçe ortadan çevirdim kendimi, ikiye böldüm ve ayırdım. Ne göreyim? İçinde yine kendim....
Çok bunalmışsan, çözüm yok diyorsan, tatsız tuzsuz nefesler alıyorsan, ortadan çevir kendini, ikiye böl, yeniden yeni kendini gör. Tabii biraz acıyor canın, tam başlamışken gücünün tükendiğini hissediyorsun, çevrende dur ne yapıyorsuncular dolu. Durma ,çevir....Ta ki içinden yepyeni sen çıkıncaya kadar. Sen de bir matruşkasın çünkü. Hala bu yazıyı okuduğuna göre, dibe de aşinasın . O zaman bu serüveni şiirleyelim......
Koyu mavi, derin sular var
Çarptıkça acıtan, azgın dalgalar
Yüzmekten bitap, yorgun bir kadın
İmdat diyen bir ses
Cılız, güçsüz, güvensiz çokça da korkak
Korkma! can simidinsin sen
Tut kendini, yakala, çek, çıkar
Soluklan biraz, dinlen, kapa gözlerini
Ve sev kendini
Bölük pörçük oluşunu sev
Parçaları toplayıştaki nezaketini
Bitmeyişini sev
İçinden iç çıkmaları, üremeleri sev
F.C