hekimanne'den cennetin anahtarı

İŞTE HAYAT BU

12:38


Birgün hayatın anlamı üzerine saatlerce, günlerce düşünmek istiyorum dedim. Ama arada, sırada düşünmek değil, sürekli aynı soruya kilitlenmek istiyorum, neden yaşıyoruz? Bir yerde bir hata yapıyorum ama ne, bulmalıyım.

Vücut öyle bir makina ki, günde üç kez yakıt koyacaksınız, günün üçte biri süresince dinlendireceksiniz. Dinlenmediği saatlerin neredeyse tamamında da, dinlenme mekanının ve gereken yakıtın temini için çalıştıracaksınız. Peh...çok saçma.

Bu mu hayatın anlamı? Daha doğrusu hayat bu mu?
Bunu sorgulamaktansa, başka bir konuya yoğunlaşıyoruz. Hangi yaş, eğitim, cins, ırk vs. den olsak da yoğunlaştığımız tek konu, çalışma sonrası elde edilen mekan ve yakıt miktarı, bunlarla ilgili ek değerler. Yani kantitatif değerler. Sayılar, rakamlar, ölçütler, belgeler, tapular, sınırlar....

Ben çocukken, bir dönem vardı, çocuklar sokakta oynardı, sokakta para geçmezdi. En güzel oyuncaklar kurumuş dallar, doğanın oyarak şekil ve renk verdiği taşlardı. Çelik çomak, beş taş, kuka oynardık. Nereden geldiği belli olmayan eski çamaşır iplerinde ip atlardık. Okul herkesin okuluydu, bahçe duvarlarını aşarak dışarıya taşmış dallardaki erikler, elmalar, cevizler, iğdeler herkesindi. O sıralar bir karınca yuvasını bıkmadan saatlerce gözleyebilirdim.

Birgün annem, şu tahtacıların oğluyla oynama dedi, sen öğretmen kızısın. Bu laf, bakir ve saf cennetime düşen bir bombaydı. Söylendiği zaman, bu cümlenin ucu zehirli bir ok gibi kalbime girdi, kanıma hiç tanımadığım bir değer yargısını usulca, sinsice soktu. Gerçi o cümle olmasa, bir başkası olacaktı. İllaki olacaktı. Allah allah dedim, bana neler oluyor? Çoluk çocuk o aralar allahın adını pek sık kullanırdık. Allah kavramı o ana kadar, yalan söylediğim zaman beni cezalandırmayı bekleyen ve yalanımı yakalamak için sürekli beni takip eden, güneş sıcaklığında ve sarılığında kocaman yaşlı bir adamdı, o zamanlar allahı öyle hayal ediyordum. Yalancıydım herhalde, cezadan korkardım ama başım dara düşünce bu kocaman sarı sıcak adamın beni koruyacağına da inanırdım.

Annemin cümlesiyle tahtacı ne ki dedim, babası tahta mı satıyor? Tahta da satıyorsa satsın, neden oynamıyayım ki? Sonra büyüdüm, büyüdükçe adına gelenek denen, görenek denen, din denen, mezhep denen, ırk denen, ahlak denen, kadın erkek, fakir zengin, çok zengin, pek zengin, akıllı, okumuş, cahil, işli, işsiz, köylü, kentli, denen, denen, denen pek çok zehirle karşılaştım.

Sonra bu kurgulanmış değerler bütününün altında kaldım. Elbiselerimi dolaplar almamaya başladı. Alt tarafı evde yaşayan dört beş kişi için, şu rengi, bu rengi, sırçası, yaldızlısı falanı, filanı onlarca tabağım çanağım oldu. Yılda bir kaç hafta oturulan evlerim, barklarım.....derken, ibrem daha rafine değerlere kaydı, makamlar ve diplomalar. Kendi sahip olduklarım, ya da olamadıklarım için çocuklarım sahip olsun diye uğraştıklarım.

Yine arada kendime soruyordum. Hayatın anlamı ne? Ne, ne, ne??? O yıllarda bir de hayal kırıklığı var tabi. Yaşam mekanı ve gerekli yakıtımı sağlamışım, hatta fazlalarını istiflemişim, o zaman doyumsuzluğum neden, eksik olan ne?

İşte böyle, ne, ne, ne diye dolanırken, kantiteden kaliteye doğru yuvarlanıverdim. düşmüş de olabilirim veya katıldığım çemberlerden birisinde itivermişlerdir. Bu değişim rüyamda da olabilir.

Her ne olduysa oldu. Dünyanın, kuralların, değerler bütününün öğretilerine rağmen, yıllarca bu çarkın içinde uyumla dönmeme rağmen, meğerse bir gün tüm hayatımı, tek bir valize sığdırabilecek kadar olgunlaşmışım.

Yani hayatın anlamı ne? Para değil, makam-mevki-meslek değil, mal mülk değil, yeme içme-giyme kuşanma değil, ırk-ülke-sınır değil, din-mezhep değil, kadın-erkek-seks değil, çoluk çocuk değil...

Düşündüm, yoğunlaştım, uğraştım veya öylece durdum. Sonunda hayatın anlamını buldum, meğerse çocukken biliyormuşum zaten . Mesela rüzgar, fakirine zenginine, yalıdakine gecekondudakine, okumuşuna cahiline eser, hepsinin vücutlarını okşar, üşütecekse de üşütür. Mesela yağmur, kar, dağın zirvesi, mağaranın nemli ve basık havası, göçmen kuşlar, gökyüzü, bulutlar, dolunay, yıldızlar, çam iğcikleri, üzüm korukları, portakal çiçeğinin kokusu, sokak kedisinin bakışı, arının ürküten sesi, ....Yani küçümsenen algısıyla çiçek-böcek.

Bütün bunlar, benim çocukluğumdaki cennet gibi adres sormuyor, hepsi de herkesin. Henüz küçücük bir kızken, kalbime saplanan oku çıkardım. Artık, değerlerimin içinde hiçbir kantitatif değer barınmıyor. Kaybetme korkusu yok, çünkü kaybedeceğim bir şey yok, onları istemiyorum artık, paylaşılamayan hiçbir şeyi istemiyorum, doğa hepimizin. Ben onun bunun değil, doğa ananın kızıyım. Aidiyet duygum tamamen ona ait, onun beni okşamasını seviyorum, o benim onu kucaklamamı seviyor. Birbirimize değer verip koruyoruz. İşte Hayat Bu.......

Bİ DE BUNLAR VAR

0 yorum