Boşanmak öğretilmeli diye söze başlıyorum. Kadın gözüyle değerlendiriyorum, erkekler açısından da aynı mı bilemeyeceğim. Belki sadece insani bir duygudur ve iki taraf içinde aynıdır. Bize büyürken pek çok şey öğretiliyor. Aileden, toplumdan, okuldan üstümüze doğru akan bir eğitim öğretim kalabalığıyla şekilleniyoruz. Diğer öğretileri bir tarafa bırakıyorum. Konumuz ikili ilişkiler ve bana öğretilenler. Benim neslime evlenmek öğretildi. Küçükken, büyüyünce ne olacaksın diye sorulduğunda, gelin olacağım diyen bir neslin kadınıyım ben. Gösterilen iyi rol modeller hep evli barklı, çoluk çocuklu kadınlardı. Tamam rolü anladık, bu konuda eğitilip öğretildik ve elimizden geldiği kadar oynadık. Bu rolle oyunu sürdürebilirdim. Ben sıkıldım, diğer rol arkadaşımın bana ulaşamayan zekasından ve enerjisinden sıkıldım. Bu eksikliği anlayıp, onları onaracağına, yetersizliğini farkedip öfkesini kabartmasına sıkıldım. Dünyaya zaten ayrı pencerelerden bakıyorduk, bir gün '' Ayyy penceremide alıp gidiyorum'' dedim. Yani boşandım. Hatta o kadar kolay boşandım ki. Hani hekimlik var serde, herşeyi planlamayı ve kontrol altında tutmayı da severim, bu süreçte psikolojik danışmana gereksinim duyarım mutlaka dedim. Neden bunu dedim? Bu süreç sandığımdan kolay olmuştu ama eksik birşeyler vardı sanki. İşte boşanmak öğretilmeli diye bunun için söylüyorum. Daha çocuk şekillenirken, evlenmek gibi öğretilmeli. Şimdi ben yıllar sonra öğrendiğim kadarıyla anlatayım. Boşanmak bir süreç, partnerini aklında boşayacaksın, kalbinde boşayacaksın, teninde boşayacaksın, kanunen boşayacaksın. Benim süreç bilinçsiz olarak böyle seyretmiş, tüm boşanmaları halen resmen evli görünürken bitirmişim ve kanunen boşanmak tereyağından kıl çekmek gibi olmuş. Onun için demişim, anaaaa ne kolaymış, o zaman neden yıllardır bekledim ki diye. Yani bu işi yıllar önce yapsam, bu kadar kolay olmayacakmış. İşte onun için pek çok boşanan, kendine acıyıp, özleyip, kapalı kapılar ardında kalıp, ters işlettiği sürecin bedelini ödüyor. Ancak ben de bir hata yapmışım. Memnun olmadığım partneri boşarken, bir şehri, anları, anıları, eşyaları da toptan boşamaya kalkmışım. İşte kolay oldu ama eksik bir şeyler var dediğim bu. Bunu psikoloğumdan öğrendim. ve hemen yanlışlıkla boşadığım şeyleri toparladım. Bu da ayrı bir serüven. Yani özet olarak, sürecin önü ve ardı var, doğru sıralandırın. Tek adam ya da kadını boşayacaksınız, çevreye dokunmayın. Karışık anlattım biraz ama gerçekten çok basit:)))))
Sosyal medya, beyine yemek ve seksin yaptığını yapıyor
Sosyal medya nesin sen? Ne işe yararsın? Neden buradayız? Herkesin sesini duyar gibiyim. Vakit geçiriyorum, arkadaşlarımla iletişimdeyim, sosyalleşiyorum, bilgileniyorum, eğleniyorum, paylaşıyorum....vs. Sadece siz değil, ben de benzer nedenleri öne sürüyorum. Ama uzmanlar öyle demiyorlar. Uzmanlar kim? Psikiyatrlar, psikologlar, sosyologlar...vs. Bu meslek gruplarından olan ve sosyal medyada aktif olan bir çok arkadaşım var. Olsun yaptıklarına değil, dediklerine bakalım. Niçin durum ve yer bildirimleri yapıyoruz, fotoğraflar paylaşıyoruz, beğeniyoruz, yorumluyoruz?
*Başarılı olmak istiyoruz
*Gösteriş yapmak istiyoruz
*Onaylanmak istiyoruz
*Toplum içinde sağlayamadığımız özgüvenle ilgili eksikleri gidermeye çalışıyoruz
*Kendimizi daha iyi ifade ettiğimizi ve becerilerimizi ortaya çıkardığımızı düşünüyoruz
*''Yani bak, sen beni böyle biliyorsun ama ben buyum ha''demek istiyoruz. Çünkü sürekli kendimizi başkalarıyla mukayese ediyoruz.
*Küçük bir çocuğun '' Anne! bak ben bunu yaptım'' heyecanıyla, etrafın ilgisini çekmeye çalışıyoruz
Bunları yapıyoruz, çünkü uzmanlara göre, bir çeşit kişilik bozukluğumuz var. Narsistiz ve beğenilmeyi hakediyorum diyoruz. Çekingen ve kaçınganız, yüzyüze iletişimden korkuyoruz. Ya da histiriyonik kişilikteyiz, aşırı gösteriş ve sevilme ihtiyacımız var.
Şimdi bana gelelim. Sosyal medyayı seviyorum, yazmayı, yorumlamayı, anları ölümsüzleştirip paylaşmayı, bu olayın bir yönü. Hekim olduğum için de, bütün bu araştırmalara sırt dönmüyorum tabi ki, bir de araştırmaların sonucunda ortaya çıkan, olayın diğer yönü var.
Tehlikedeyiz
Sanal ortamda yaratılan kişiliğin etkisinde kalmak en büyük tehlike. İletişmek konusunda, sosyal medyada geçirilen süreyi, gerçek hayatta geçen süreye oranlamışlar. Rakamlar gösteriyor ki, giderek sanal dünya içinde yalnızlaşıyoruz. Arkadaş listemiz kadar kalabalık değiliz, samimi değiliz, gerçek anlamda sevmiyoruz. Peki, ne oluyor da bağımlı oluyoruz? İnsanlar kendilerinden bahsederken, beyindeki ödüllendirme sistemi harekete geçiyor ve kişiye mutluluk veren dopamin salgılanıyor. Yani, sosyal medya beyine yemek ve seksin yaptığını yapıyor.
İmdaatt!! önlem alalım
*Kendimizi sevip sayalım, bağımlılık yapmadan bir doz ayarlaması yapalım
*Üreterek kendimizi ifade edelim. Kendi ürettiğimiz bilgileri paylaşalım. Ortalıkta dolaşan, zaten elde avuçta olanlardan kaçınalım.
*Yaratıcı olalım
*Ete, kemiğe bürünmüş ilişki en güzelidir diyelim. Yüzlerce kişilik arkadaş listesinden hergün bir kaçıyla telefonda konuşalım ve en az biriyle yüzyüze görüşelim.
Sosyal medya nesin sen? Ne işe yararsın? Neden buradayız? Herkesin sesini duyar gibiyim. Vakit geçiriyorum, arkadaşlarımla iletişimdeyim, sosyalleşiyorum, bilgileniyorum, eğleniyorum, paylaşıyorum....vs. Sadece siz değil, ben de benzer nedenleri öne sürüyorum. Ama uzmanlar öyle demiyorlar. Uzmanlar kim? Psikiyatrlar, psikologlar, sosyologlar...vs. Bu meslek gruplarından olan ve sosyal medyada aktif olan bir çok arkadaşım var. Olsun yaptıklarına değil, dediklerine bakalım. Niçin durum ve yer bildirimleri yapıyoruz, fotoğraflar paylaşıyoruz, beğeniyoruz, yorumluyoruz?
*Başarılı olmak istiyoruz
*Gösteriş yapmak istiyoruz
*Onaylanmak istiyoruz
*Toplum içinde sağlayamadığımız özgüvenle ilgili eksikleri gidermeye çalışıyoruz
*Kendimizi daha iyi ifade ettiğimizi ve becerilerimizi ortaya çıkardığımızı düşünüyoruz
*''Yani bak, sen beni böyle biliyorsun ama ben buyum ha''demek istiyoruz. Çünkü sürekli kendimizi başkalarıyla mukayese ediyoruz.
*Küçük bir çocuğun '' Anne! bak ben bunu yaptım'' heyecanıyla, etrafın ilgisini çekmeye çalışıyoruz
Bunları yapıyoruz, çünkü uzmanlara göre, bir çeşit kişilik bozukluğumuz var. Narsistiz ve beğenilmeyi hakediyorum diyoruz. Çekingen ve kaçınganız, yüzyüze iletişimden korkuyoruz. Ya da histiriyonik kişilikteyiz, aşırı gösteriş ve sevilme ihtiyacımız var.
Şimdi bana gelelim. Sosyal medyayı seviyorum, yazmayı, yorumlamayı, anları ölümsüzleştirip paylaşmayı, bu olayın bir yönü. Hekim olduğum için de, bütün bu araştırmalara sırt dönmüyorum tabi ki, bir de araştırmaların sonucunda ortaya çıkan, olayın diğer yönü var.
Tehlikedeyiz
Sanal ortamda yaratılan kişiliğin etkisinde kalmak en büyük tehlike. İletişmek konusunda, sosyal medyada geçirilen süreyi, gerçek hayatta geçen süreye oranlamışlar. Rakamlar gösteriyor ki, giderek sanal dünya içinde yalnızlaşıyoruz. Arkadaş listemiz kadar kalabalık değiliz, samimi değiliz, gerçek anlamda sevmiyoruz. Peki, ne oluyor da bağımlı oluyoruz? İnsanlar kendilerinden bahsederken, beyindeki ödüllendirme sistemi harekete geçiyor ve kişiye mutluluk veren dopamin salgılanıyor. Yani, sosyal medya beyine yemek ve seksin yaptığını yapıyor.
İmdaatt!! önlem alalım
*Kendimizi sevip sayalım, bağımlılık yapmadan bir doz ayarlaması yapalım
*Üreterek kendimizi ifade edelim. Kendi ürettiğimiz bilgileri paylaşalım. Ortalıkta dolaşan, zaten elde avuçta olanlardan kaçınalım.
*Yaratıcı olalım
*Ete, kemiğe bürünmüş ilişki en güzelidir diyelim. Yüzlerce kişilik arkadaş listesinden hergün bir kaçıyla telefonda konuşalım ve en az biriyle yüzyüze görüşelim.
Erkekler hakkında hiçbir şey bilmezken, böyle adamların, böyle duyguların var olduğunu zannederken, aşkı hissetmek kolaydı
''Eğer bir insan, bir kitabı okuduktan sonra, onu tekrar okumaktan zevk almıyorsa, o kitabı okumuş olmasının, hiç bir değeri yoktur'' demiş Oscar Wilde. Katılan olur, ya da olmaz.Ben katıldım mı? Bilmiyorum. Bu söze rastlayınca, birkaç kez okuduğum kitaplar nelerdi diye geçirdim aklımdan. Bir çok var ama ilk aklıma gelivereni, A Tale of Two Cities ( İki Şehrin Hikayesi). Bir Charles Dickens klasiği.
İki farklı şehir, iki farklı adam

Dickens, bu kitabı tefrikalar halinde 1859 da yazmış, bir edebiyat dergisinde, otuz bir hafta yayınlanmış, sonra kitap haline getirilmiş. Halen 250 milyon kitap dolaşıyor dünyada. Kaç kişi okudu bilemeyeceğim artık.
İlk önce, ortaokulda okudum, masal gibi okudum. Gözlerimden yaşlar boşalarak kitabı bitirdiğim zaman, Sydney Carton'a aşıktım. Aşkı için ölebilen bu adam, henüz yeni yeni filizlenen kadınlığımı okşamıştı benim. İkinci kez, lisede, ödev yapmak için okudum. Tarihsel olaylar, mekan, kurgu ve karakterleri inceledim. Tek tek, ayrıntılarıyla yazdım. Aslında belki de bu kadar detay istenmemişti, üstelik ben bir fen öğrencisiydim. Edebiyat sever, bir fen öğrencisi. Matematik gibi okudum romanı, sonunda otuz sayfalık bir özet ve geniş bir roman tahlili vardı elimde. Sonuçta Sydney Carton'a yine aşıktım.
Sonra, aradan bin yıl geçti sanki. Geçenlerde bir film sitesine üye oldum. Eski filmleri seyretmek için bir site. Sitede İki Şehrin Hikayesi'nin bir kaç versiyonu var. 1935, 1958, 1980 de filme alınmış. Türkçe alt yazı yok tabi, anlamaya çalışarak seyrettim. Hatta youtube'da yüklü versiyonu sessiz. Filmden sonra tekrar okumak istedim, okumanın tadı bambaşkadır.Bir baktım ki kitabım yok. Eski kitaplarımın hepsi, kendimi aceleyle göç ettirirken İzmir'de kaldı. Hemen yeni bir tane aldım ve tekrar okudum.Girişini çok severim. ''Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku. Aydınlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı...'' diye başlar Charles Dickens.
Umudu bile güzel

Son giyotin sahnesinden sonra, mideme yine bir yumruk indi. Çocukken, genç kızken aşık olduğum bu adama tekrar sonsuz bir sevgi duydum. Erkekler hakkında hiçbir şey bilmezken, böyle adamların, böyle duyguların var olduğunu zannederken, aşkı hissetmek kolaydı. Bu yaşımda, erkekler hakkında çok şey bilirken, böyle adamlar, böyle duygular asla yok derken, içimi ısıttı, var ama sen karşılaşamadın Feray dedi bana. Sydney Carton, bu kez aşk değil umut verdi.

Bodrum'da, Gümüşlük'e giderken, şöyle tepede, tam da deniz görünmüşken, sola doğru giriyorsun. Yürüyorsan, elinde çantan varsa, hava öğlen sıcağındaysa, hadi artık, nerede bu Akademi dediğin yerden sola dön, ağaçların arasına dal.
Sanırım son on, on beş yıldır , belki de biraz daha fazla oldu, hayat beni fazlaca sıktı. Acıtıp incitti. Bende içime doğru çektim kendimi. Dışımdaki maskeyi, kabuğu öylece bıraktım da çektim. Sonra çekildiğim yerden gözetledim dışımı. Önce korktum biraz, sonra cazibesine kapıldım, gözüm kamaştı, geçti o günler tabi sakinledim.
Arada bir, dışa doğru göz attım, atmadığımda çok oldu ama inlemelere kulak tıkayamadığım bir gündü, dışımı da aldım ve yola koyuldum. Dışım, içim derken, git geller, med cezir gibi. Gümüşlük Akademisi'nde, bunu yapmak, yani gir çık gibi çok kolay. Neden kolay?
Bence burasının da içi ve dışı var. Dışı gördüklerinizden, ağaçlar, kayalar, manzara, bir gölet, gölette su yılanları, kurbağalar, balıklar. Aslında, çok iyi geçinmiyorlar. Bazen birbirlerini yiyorlarmış. Daha doğrusu yılan diğerlerini yiyormuş. İşte burada, Gümüşlük Akademisi'nde mekanın içinden kendi içine geçiş çok kolay. İçini yazıp, dışarıdakine okutmak ve uyumak . Uyumak deyince, odam öyle bir oda işte. Tek kişilik bir yatak, üstü lekeli tahta bir masa, kolçaklı tahta bir sandalye, küçük bir buzdolabı, boş bir kitaplık. Perdelerde, bir sürü baskı balık resmi var. Balık burcu olduğumu hatırlattı bana, gülümsetti beni. Yatağıma uzanıp İlhan Berk okuyorum.
İlhan Berk 1918 de, 1. Dünya Savaşı'nın bittiği yıl doğmuş. Cumhuriyet'le büyümüş, neler yaşadı kimbilir? Her ne yaşadıysa onları daha çok Ege'de yaşamış. Ölmek için de Bodrum'u seçmiş. Akademi'ye en son 2008'de gelmiş, bu odada kalmış. Masaya bakıyorum, boya lekelerini o mu yaptı acaba? Sadece yazmıyormuş, resim de yapıyormuş. Tuval kullanmadı besbelli. Neyse ben İlhan Berk okuyorum, Akademi'nin onun anısına verdiği ismiyle İlhan Berk odasında.....
Hiç unutmam , bir gün geç vakit
Sanırım son on, on beş yıldır , belki de biraz daha fazla oldu, hayat beni fazlaca sıktı. Acıtıp incitti. Bende içime doğru çektim kendimi. Dışımdaki maskeyi, kabuğu öylece bıraktım da çektim. Sonra çekildiğim yerden gözetledim dışımı. Önce korktum biraz, sonra cazibesine kapıldım, gözüm kamaştı, geçti o günler tabi sakinledim.
Arada bir, dışa doğru göz attım, atmadığımda çok oldu ama inlemelere kulak tıkayamadığım bir gündü, dışımı da aldım ve yola koyuldum. Dışım, içim derken, git geller, med cezir gibi. Gümüşlük Akademisi'nde, bunu yapmak, yani gir çık gibi çok kolay. Neden kolay?
Bence burasının da içi ve dışı var. Dışı gördüklerinizden, ağaçlar, kayalar, manzara, bir gölet, gölette su yılanları, kurbağalar, balıklar. Aslında, çok iyi geçinmiyorlar. Bazen birbirlerini yiyorlarmış. Daha doğrusu yılan diğerlerini yiyormuş. İşte burada, Gümüşlük Akademisi'nde mekanın içinden kendi içine geçiş çok kolay. İçini yazıp, dışarıdakine okutmak ve uyumak . Uyumak deyince, odam öyle bir oda işte. Tek kişilik bir yatak, üstü lekeli tahta bir masa, kolçaklı tahta bir sandalye, küçük bir buzdolabı, boş bir kitaplık. Perdelerde, bir sürü baskı balık resmi var. Balık burcu olduğumu hatırlattı bana, gülümsetti beni. Yatağıma uzanıp İlhan Berk okuyorum.
İlhan Berk 1918 de, 1. Dünya Savaşı'nın bittiği yıl doğmuş. Cumhuriyet'le büyümüş, neler yaşadı kimbilir? Her ne yaşadıysa onları daha çok Ege'de yaşamış. Ölmek için de Bodrum'u seçmiş. Akademi'ye en son 2008'de gelmiş, bu odada kalmış. Masaya bakıyorum, boya lekelerini o mu yaptı acaba? Sadece yazmıyormuş, resim de yapıyormuş. Tuval kullanmadı besbelli. Neyse ben İlhan Berk okuyorum, Akademi'nin onun anısına verdiği ismiyle İlhan Berk odasında.....
Hiç unutmam , bir gün geç vakit
Tam benim geçtiğim zamana rastlamıştı
Büyüme saati bir ormanın
Şöyle iyice dinlesem, sanırım artık
Bütün ormanları büyürken duyarım.
Beni beklemişler kardeşçiğim
Şöyle iyice dinlesem, sanırım artık
Bütün ormanları büyürken duyarım.
Beni beklemişler kardeşçiğim
Beni bu ağaçlar, nehirler, gökyüzü
Geleyim anlatayım diye bir gün kendilerini
Bir kere girdikten sonra şiirlerime
Ben başıma gelenleri hak ediyordum. Öyle hatalıydım, öyle çok eksiğim vardı ki
Ben bunu hak ettim, etmedim, etmek için ne yaptım? Karışık söylemler, her biriniz söylemişsinizdir mutlaka. Gün doğumunda, ya da uyandığım zaman demek daha doğrusu , çünkü bazen geceyarısı uyanıveririm. İşte tam da o zaman, hayatım gözlerimin önünden akar gider. Bir yerde okumuştum, kafanı su dolu kovaya sokarsan ve nefessiz kaldığında geri çıkarman engellenirse, tam boğulma öncesi yani, yedi saniyede tüm ömrünü görüyormuşsun. İşte ben, tam uyandığım zaman, uyku ile uyanıklık arasındaki arafta bu yedi saniyelik süreci yaşıyorum. Her uyanışta değil tabi ama çoğu kez. Konu bu değil zaten, konu hak ettim mi, hak etmek ne demek?
Ben ortalama bir insan evladının, ortalama bir ömürde yaşaması muhtemel olan, ortalama stres yapan olaylara, kişilere çok uzun süre, aralıksız maruz kaldım. Maruz bırakıldım demiyorum, istesem arkamı döner giderdim. İşte uyanınca, arafta, bunlar tekrar gözümün önünden akarken, o soruyu soruyorum. Neden? Feray, neden kendini daha çok sevmedin. Hak etmekle alakalı düşüncelerim vardı eskiden. Tanrı'dan çok korkarak büyüdüm. Beni takip ettiğini düşünürdüm, daha sonraki yıllarda bu yakından gözetlenme duyusu devam etti gitti. İlkokul yıllarında bir rüyamda öğretmenimle öpüştüğümü görmüştüm. Ve aynı gün okuldan dönerken su dolu bir çukura düştüm, üstüm başım mahvoldu, eve gelince de annem dövdü, dikkatsizim diye. İşte dedim ahlaksız, ayıp şeyler düşündün, tanrın gördü, çamuru ve dayağı hakettin. Bu öğrenilebilir ve yavaş yavaş alışılabilir bir duygu. Ben başıma gelenleri hak ediyordum. Öyle hatalıydım, öyle çok eksiğim vardı ki. Gizli sigara içmiştim, komşunun oğlunu çıplak hayal etmiştim, bakkalın önünden bir yuvarlak renkli, herhalde çilekliydi bir sakız almış, parasını vermemiştim, yani çalmıştım. Sonraki yıllarda büyürken, hep yaptıklarım, düşündüklerim onaylansın istedim. Kendime güvenmiyordum, hatalarla doluydum ben, başkalarının onayı çok önemliydi. Onun için attığım her adımda bir diğerine yaranma, yanaşma niyeti ve dileği vardı. Bu arada aksaklıkları, hayatın yüzüme attığı şamarları, hatta giderek yumrukları ve tekmeleri hak ediyordum ben. Ben bana layık bir hayat sürerken, kimi nereden kurtaracaktım. Sonra çocuklarım oldu, beynim aynı şekilde düşünmeye devam etti, böyle öğrenmişti, cezana itiraz etmediğin için, şimdi mükafatlandırılıyorsun. Annelik kutsallığı verilmişti bana. Toplumun giydirdiği her rolü itirazsız kabul edip, fiziksel ve maddi sınırlarımı zorlayarak onları memnun etmeye çalışıyordum. Kaderim buydu, sorgulamamalıydım, iyi kul, iyi evlat, iyi eş, iyi vatandaş, iyi doktor, iyi anne olma sorumluluklarım vardı. Bunları yerine getirirsem tanrı ile başım derde girmezdi. Beni güvensiz, korkak, basiretsiz yetiştirdiği için annem'e kızmamalıydım. Şiddet yanlısı, beni önüne çıkan her kadınla aldatan, psikopat kocama rağmen evliliğimi devam ettirmeliydim. Emeğimi sömüren, zekası benim yarım kadar olmayan patronu görmezden gelmeliydim. Çocuklarımı hayatımın merkezine koymalıydım. Kendime gelince, ben kimdim ki?
Böyle devam ederken oldu o. O diyorum, çünkü ne olduğunu bilmiyorum. Birden, bu olanları hak etmedim dedim, Olacakları da hak etmiyorum. Ben gidiyorum, bir yere gidiyorum, merkezinde kendim varım. Ve geldim, şimdi oradayım. Yol bu kadar uzun mu olmalıydı? Hayır tabi ki. Evlatlarıma diyorum ki, kimseye yaranmak, kimseden onay almak zorunda değilsiniz. Hayatlarınız, sizin hayatlarınız, merkezinizde kendiniz. Nerede rahatsanız, kiminle yol almak istiyorsanız, her ne hedefliyorsanız, YOLUNUZ AÇIK OLSUN.
Ben bunu hak ettim, etmedim, etmek için ne yaptım? Karışık söylemler, her biriniz söylemişsinizdir mutlaka. Gün doğumunda, ya da uyandığım zaman demek daha doğrusu , çünkü bazen geceyarısı uyanıveririm. İşte tam da o zaman, hayatım gözlerimin önünden akar gider. Bir yerde okumuştum, kafanı su dolu kovaya sokarsan ve nefessiz kaldığında geri çıkarman engellenirse, tam boğulma öncesi yani, yedi saniyede tüm ömrünü görüyormuşsun. İşte ben, tam uyandığım zaman, uyku ile uyanıklık arasındaki arafta bu yedi saniyelik süreci yaşıyorum. Her uyanışta değil tabi ama çoğu kez. Konu bu değil zaten, konu hak ettim mi, hak etmek ne demek?
Ben ortalama bir insan evladının, ortalama bir ömürde yaşaması muhtemel olan, ortalama stres yapan olaylara, kişilere çok uzun süre, aralıksız maruz kaldım. Maruz bırakıldım demiyorum, istesem arkamı döner giderdim. İşte uyanınca, arafta, bunlar tekrar gözümün önünden akarken, o soruyu soruyorum. Neden? Feray, neden kendini daha çok sevmedin. Hak etmekle alakalı düşüncelerim vardı eskiden. Tanrı'dan çok korkarak büyüdüm. Beni takip ettiğini düşünürdüm, daha sonraki yıllarda bu yakından gözetlenme duyusu devam etti gitti. İlkokul yıllarında bir rüyamda öğretmenimle öpüştüğümü görmüştüm. Ve aynı gün okuldan dönerken su dolu bir çukura düştüm, üstüm başım mahvoldu, eve gelince de annem dövdü, dikkatsizim diye. İşte dedim ahlaksız, ayıp şeyler düşündün, tanrın gördü, çamuru ve dayağı hakettin. Bu öğrenilebilir ve yavaş yavaş alışılabilir bir duygu. Ben başıma gelenleri hak ediyordum. Öyle hatalıydım, öyle çok eksiğim vardı ki. Gizli sigara içmiştim, komşunun oğlunu çıplak hayal etmiştim, bakkalın önünden bir yuvarlak renkli, herhalde çilekliydi bir sakız almış, parasını vermemiştim, yani çalmıştım. Sonraki yıllarda büyürken, hep yaptıklarım, düşündüklerim onaylansın istedim. Kendime güvenmiyordum, hatalarla doluydum ben, başkalarının onayı çok önemliydi. Onun için attığım her adımda bir diğerine yaranma, yanaşma niyeti ve dileği vardı. Bu arada aksaklıkları, hayatın yüzüme attığı şamarları, hatta giderek yumrukları ve tekmeleri hak ediyordum ben. Ben bana layık bir hayat sürerken, kimi nereden kurtaracaktım. Sonra çocuklarım oldu, beynim aynı şekilde düşünmeye devam etti, böyle öğrenmişti, cezana itiraz etmediğin için, şimdi mükafatlandırılıyorsun. Annelik kutsallığı verilmişti bana. Toplumun giydirdiği her rolü itirazsız kabul edip, fiziksel ve maddi sınırlarımı zorlayarak onları memnun etmeye çalışıyordum. Kaderim buydu, sorgulamamalıydım, iyi kul, iyi evlat, iyi eş, iyi vatandaş, iyi doktor, iyi anne olma sorumluluklarım vardı. Bunları yerine getirirsem tanrı ile başım derde girmezdi. Beni güvensiz, korkak, basiretsiz yetiştirdiği için annem'e kızmamalıydım. Şiddet yanlısı, beni önüne çıkan her kadınla aldatan, psikopat kocama rağmen evliliğimi devam ettirmeliydim. Emeğimi sömüren, zekası benim yarım kadar olmayan patronu görmezden gelmeliydim. Çocuklarımı hayatımın merkezine koymalıydım. Kendime gelince, ben kimdim ki?
Böyle devam ederken oldu o. O diyorum, çünkü ne olduğunu bilmiyorum. Birden, bu olanları hak etmedim dedim, Olacakları da hak etmiyorum. Ben gidiyorum, bir yere gidiyorum, merkezinde kendim varım. Ve geldim, şimdi oradayım. Yol bu kadar uzun mu olmalıydı? Hayır tabi ki. Evlatlarıma diyorum ki, kimseye yaranmak, kimseden onay almak zorunda değilsiniz. Hayatlarınız, sizin hayatlarınız, merkezinizde kendiniz. Nerede rahatsanız, kiminle yol almak istiyorsanız, her ne hedefliyorsanız, YOLUNUZ AÇIK OLSUN.
Ben de Feray isem kuracağım bu hayali......
Okumadığım, sohbet etmediğim, gezip dolaşmadığım, çalışmadığım, film seyretmediğim, müzik dinlemediğim, vs....zamanlarım var. Az da olsa var. Böyle zamanlarda uyumaya zorluyorum kendimi, Uyku tutmazsa, yapacak bir şey yok, sıkıntıdan patlıyorum. Böyle anlarda, hafif depresif olurum, işe yaramazlık duygusu çöker üstüme, o görünmez el gelir yüreğimi sıkar. Onun için boş boş takıldığım hiç görülmemiştir. Halbuki yaşlanıyorum, bir an gelecek, her şeyden daha az, daha öz yapacağım. İşte o günler gelmeden, bu duruma çözüm bulmam lazım.
Sadece ben aramamışım çözümü, hani o her konuya kafa yoran uzmanlar var ya, bunu da düşünmüşler. İşte ne yapıp edeceğini bilemediğimiz o anlarda hayal kuracakmışız. Bunun tarifini de yapmışlar. Hafif bir müzik çalıyorsa, bir tabloya, gökyüzüne, bir objeye..vs. bakarak kolayca kurulabilirmiş.Ben Balık Burcuyum, burcun tariflerine bakılırsa en hayalperest burç. Bu özellik bende tutmamış. Artık hayal midir, nedir, bir şey benim aklıma gelir. Ben hemen onu gerçekleştirmeye koyulurum. Olmaz, başka yollar denerim, uğraşırım, aklıma geldiğine, geleceğine pişman olurum. Uzmanların dediği hayal böyle değil. Önerileri okudum ve pratik yapmaya karar verdim. Önce duş aldım, sanki pis olunca hayal kurulamazmış gibi. Biraz meyve yedim, şöyle meyve şekeri ve vitamin iç görümü artırsın diye. Müzik dikkatimi dağıtmasın, açmadım, etrafın sesi müzik olsun. Duyuyorum, uzaklardan inşaat sesleri geliyor, yoldan geçen çocuklar yüksek sesle gülüyorlar, derinden de bir trafik uğultusu var. Uzun zaman önce, çok beğenerek aldığım, bir bibloyu göz hapsine alarak hayal kurmaya başladım.
Şimdi uzmanlar demiş ki neye sahip değilseniz, ne beceremiyorsanız, nereye gitmeniz imkansızsa onun hayallerini kurun. Gerçi bu uzmanlardan kıllandım ben, bizi kobay olarak kullanıyor olabilirler. Neyse, hayal kurmaya başladım, önce bir sevgili koydum yanıma. Ter kokmayan, dişleri temiz, sigara içmeyen, hali vakti yerinde, edebiyat ve şiir seven, yaşı yaşıma uygun, yüzüne bakılır. Ama hayal bir dakika bile sürmedi, hayatıma giren erkeklerin imajları nedeniyle olsa gerek, bu şahıs bana sıkıcı geldi ve onu hayalden çıkardım. Hani uzman yapılması imkansız şey hayal edin diyor ya, uçmayı hayal ettim.
Ve etmemle beraber, hemen durdum, yere indirdim kendimi. Ben bir rüya toplantısına gidiyorum. Oradan aklımda kalan, rüyanda kendini uçarken görürsen, içinde bulunduğun durumdan memnun değilsin, derinlerde bir yerde değişim isteği var. Şüphelendim tabii, uçma hayali kurmamın altında mazallah durumumdan memnuniyetsizliğim yatar da. Ondan da vazgeçtim. Sonra, mor ve beyaz salkım ağaçlarla çevrili, zümrüt rengi bir gölcük hayal ettim, yavaşça içine girdim. Dur değil mi orada. Birden bakıp durduğum bibloyu benzetiverdim oraya. O zaman anladım ki, biblodan kopya çekiyorum. Gölden çıktım, gölü de hayalden çıkardım. Bu arada kedim rahat vermiyor. Anlamıyor tabi, ne kadar meşgul olduğumu. Safariye gitme hayali zihnimi yoklarken, anladım ki oramda buramda dolanan tüylü hayvanımdan etkileniyorum. Biraz yükseklik korkum var ve yukarılarda başım döner, onun için dağ tepe hayali istemedi içim. Çok param olsun, son model arabam olsun, boğazda yalım olsun, dünyayı dolaşayım gibi ayağa düşmüş hayallere de tenezzül etmedim. Kitaplar yazmışım, ünlü bir yazarmışım, imza günündeymişim. Hımmm fena değil ama öyle çok da içime sinmedi. Biraz boyun egzersizi yaptım, tabi hayal yakalayacağım diye kastım kendimi, boynum ağrıdı, azıcık ayağa kalktım, ağrıyan eklemlerimi esnettim. Tekrar aynı yere, aynı pozisyonda oturdum. Ben de Feray isem kuracağım bu hayali......
Okumadığım, sohbet etmediğim, gezip dolaşmadığım, çalışmadığım, film seyretmediğim, müzik dinlemediğim, vs....zamanlarım var. Az da olsa var. Böyle zamanlarda uyumaya zorluyorum kendimi, Uyku tutmazsa, yapacak bir şey yok, sıkıntıdan patlıyorum. Böyle anlarda, hafif depresif olurum, işe yaramazlık duygusu çöker üstüme, o görünmez el gelir yüreğimi sıkar. Onun için boş boş takıldığım hiç görülmemiştir. Halbuki yaşlanıyorum, bir an gelecek, her şeyden daha az, daha öz yapacağım. İşte o günler gelmeden, bu duruma çözüm bulmam lazım.
Sadece ben aramamışım çözümü, hani o her konuya kafa yoran uzmanlar var ya, bunu da düşünmüşler. İşte ne yapıp edeceğini bilemediğimiz o anlarda hayal kuracakmışız. Bunun tarifini de yapmışlar. Hafif bir müzik çalıyorsa, bir tabloya, gökyüzüne, bir objeye..vs. bakarak kolayca kurulabilirmiş.Ben Balık Burcuyum, burcun tariflerine bakılırsa en hayalperest burç. Bu özellik bende tutmamış. Artık hayal midir, nedir, bir şey benim aklıma gelir. Ben hemen onu gerçekleştirmeye koyulurum. Olmaz, başka yollar denerim, uğraşırım, aklıma geldiğine, geleceğine pişman olurum. Uzmanların dediği hayal böyle değil. Önerileri okudum ve pratik yapmaya karar verdim. Önce duş aldım, sanki pis olunca hayal kurulamazmış gibi. Biraz meyve yedim, şöyle meyve şekeri ve vitamin iç görümü artırsın diye. Müzik dikkatimi dağıtmasın, açmadım, etrafın sesi müzik olsun. Duyuyorum, uzaklardan inşaat sesleri geliyor, yoldan geçen çocuklar yüksek sesle gülüyorlar, derinden de bir trafik uğultusu var. Uzun zaman önce, çok beğenerek aldığım, bir bibloyu göz hapsine alarak hayal kurmaya başladım.
Şimdi uzmanlar demiş ki neye sahip değilseniz, ne beceremiyorsanız, nereye gitmeniz imkansızsa onun hayallerini kurun. Gerçi bu uzmanlardan kıllandım ben, bizi kobay olarak kullanıyor olabilirler. Neyse, hayal kurmaya başladım, önce bir sevgili koydum yanıma. Ter kokmayan, dişleri temiz, sigara içmeyen, hali vakti yerinde, edebiyat ve şiir seven, yaşı yaşıma uygun, yüzüne bakılır. Ama hayal bir dakika bile sürmedi, hayatıma giren erkeklerin imajları nedeniyle olsa gerek, bu şahıs bana sıkıcı geldi ve onu hayalden çıkardım. Hani uzman yapılması imkansız şey hayal edin diyor ya, uçmayı hayal ettim.
Ve etmemle beraber, hemen durdum, yere indirdim kendimi. Ben bir rüya toplantısına gidiyorum. Oradan aklımda kalan, rüyanda kendini uçarken görürsen, içinde bulunduğun durumdan memnun değilsin, derinlerde bir yerde değişim isteği var. Şüphelendim tabii, uçma hayali kurmamın altında mazallah durumumdan memnuniyetsizliğim yatar da. Ondan da vazgeçtim. Sonra, mor ve beyaz salkım ağaçlarla çevrili, zümrüt rengi bir gölcük hayal ettim, yavaşça içine girdim. Dur değil mi orada. Birden bakıp durduğum bibloyu benzetiverdim oraya. O zaman anladım ki, biblodan kopya çekiyorum. Gölden çıktım, gölü de hayalden çıkardım. Bu arada kedim rahat vermiyor. Anlamıyor tabi, ne kadar meşgul olduğumu. Safariye gitme hayali zihnimi yoklarken, anladım ki oramda buramda dolanan tüylü hayvanımdan etkileniyorum. Biraz yükseklik korkum var ve yukarılarda başım döner, onun için dağ tepe hayali istemedi içim. Çok param olsun, son model arabam olsun, boğazda yalım olsun, dünyayı dolaşayım gibi ayağa düşmüş hayallere de tenezzül etmedim. Kitaplar yazmışım, ünlü bir yazarmışım, imza günündeymişim. Hımmm fena değil ama öyle çok da içime sinmedi. Biraz boyun egzersizi yaptım, tabi hayal yakalayacağım diye kastım kendimi, boynum ağrıdı, azıcık ayağa kalktım, ağrıyan eklemlerimi esnettim. Tekrar aynı yere, aynı pozisyonda oturdum. Ben de Feray isem kuracağım bu hayali......
Eyy Türk kadını Uzak Dur
Benim üç çocuğum var. Türkiye'de doğmuş her kadını çemberine alan kollektif hipnozdan fazlasıyla etkilendim. Kendimi bilince, önüme toplumun hedefleri kondu. Evlen, çoluğa çocuğa karış. Neyseki, babam kalem yalamışlardandı da, hedeflere oku, elin ekmek tutsun eklendi. Bunlar kötü şeyler mi? Hayır tabi ama bu rolleri oynamayı kendimin seçmemiş olması kötü. Bence anne olmak kötü değil, toplumun tüm kurallarını yazdığı kutsal annelik rolü kötü, uyuşturucu gibi bir şey.
Bir de karne var tabii. Başarı notların var, ya da başarısızlık. Çok temiz kadın, evine bal dök yala. Çocuklarını çiçek gibi giydiriyor, bebeği ne kadar gürbüz, harika bakıyor. Hem dışarıda çalışıp, hem her işe yetişiyor, her zaman da bakımlı. Ne kadar uyumlu bir çift.....vs. Bu yüksek notlu bir karne gibi görünüyor. Ama kötü giden bir şeyler var. Bu kadının yerine getirilemeyen heves ve istekleri var. Kendine bile itiraf edemediği. İşte bunları başka bir yöne kanalize ediyor. Yargılıyor.
Şu kocasının kıyafetine bak, ütü nedir bilmiyorsun, yaptır bari. Çocuğuna doğal bir şeyler hazırlamaktan aciz, zavallı çocuk beslenmesinde hep hazır şeyler var, herkes anne olamıyor. Yazık, ne kadar çökmüş, ee tabi kocası aldatıyormuş, bilmezden geliyor ama bence herşeyden haberdar. Veee böylece uzar gider. Eğitim seviyesine, entellektüel kapasiteye göre, bu yargılama konuları değişir. Ama karşıdakinde açık arama, bulur bulmazda yargılama değişmez. Nedeni basit, Yargıcımızın heves ve istekleri, eskilerin deyimiyle kursağında kalmıştır. Yargıç bilmez ki, yargılamak için, eleştirmek için negatif enerji barındırmak lazım. Bu yaklaşım iki tarafı keskin bıçak gibidir. Acıtanı da, acıtılanı da keser, kanatır.
Eleştireni, yargılayanı ayıplamak, eğitmeye çalışmak, geri yargılamak yanlış. Sadece uzak dur.
1- Eteğinden çekenlerden
2-Memnun olmayı bilmeyenlerden
3-İğneleyen, küçümseyenlerden
4-Olumsuzluklarımızı, hasta yanlarımızı, yaralarımızı bize hatırlatanlardan
5-Pozitifliği sömürüp, umutsuzluğu tetikleyenlerden UZAK DUR
Ben nihayet 6. dekata ramak kala, bu tiplerden uzak durmayı öğrendim. Boşandıktan sonra da, bütünleşmenin kocayla, çocukla, sevgiliyle..vs. değil, ancak kendinle olabileceğini bizzat denedim. Kursağımdan istek ve heveslerimi çıkarıp uygulamaya koyuldum.
Benim üç çocuğum var. Türkiye'de doğmuş her kadını çemberine alan kollektif hipnozdan fazlasıyla etkilendim. Kendimi bilince, önüme toplumun hedefleri kondu. Evlen, çoluğa çocuğa karış. Neyseki, babam kalem yalamışlardandı da, hedeflere oku, elin ekmek tutsun eklendi. Bunlar kötü şeyler mi? Hayır tabi ama bu rolleri oynamayı kendimin seçmemiş olması kötü. Bence anne olmak kötü değil, toplumun tüm kurallarını yazdığı kutsal annelik rolü kötü, uyuşturucu gibi bir şey.
Bir de karne var tabii. Başarı notların var, ya da başarısızlık. Çok temiz kadın, evine bal dök yala. Çocuklarını çiçek gibi giydiriyor, bebeği ne kadar gürbüz, harika bakıyor. Hem dışarıda çalışıp, hem her işe yetişiyor, her zaman da bakımlı. Ne kadar uyumlu bir çift.....vs. Bu yüksek notlu bir karne gibi görünüyor. Ama kötü giden bir şeyler var. Bu kadının yerine getirilemeyen heves ve istekleri var. Kendine bile itiraf edemediği. İşte bunları başka bir yöne kanalize ediyor. Yargılıyor.
Şu kocasının kıyafetine bak, ütü nedir bilmiyorsun, yaptır bari. Çocuğuna doğal bir şeyler hazırlamaktan aciz, zavallı çocuk beslenmesinde hep hazır şeyler var, herkes anne olamıyor. Yazık, ne kadar çökmüş, ee tabi kocası aldatıyormuş, bilmezden geliyor ama bence herşeyden haberdar. Veee böylece uzar gider. Eğitim seviyesine, entellektüel kapasiteye göre, bu yargılama konuları değişir. Ama karşıdakinde açık arama, bulur bulmazda yargılama değişmez. Nedeni basit, Yargıcımızın heves ve istekleri, eskilerin deyimiyle kursağında kalmıştır. Yargıç bilmez ki, yargılamak için, eleştirmek için negatif enerji barındırmak lazım. Bu yaklaşım iki tarafı keskin bıçak gibidir. Acıtanı da, acıtılanı da keser, kanatır.
Eleştireni, yargılayanı ayıplamak, eğitmeye çalışmak, geri yargılamak yanlış. Sadece uzak dur.
1- Eteğinden çekenlerden
2-Memnun olmayı bilmeyenlerden
3-İğneleyen, küçümseyenlerden
4-Olumsuzluklarımızı, hasta yanlarımızı, yaralarımızı bize hatırlatanlardan
5-Pozitifliği sömürüp, umutsuzluğu tetikleyenlerden UZAK DUR
Ben nihayet 6. dekata ramak kala, bu tiplerden uzak durmayı öğrendim. Boşandıktan sonra da, bütünleşmenin kocayla, çocukla, sevgiliyle..vs. değil, ancak kendinle olabileceğini bizzat denedim. Kursağımdan istek ve heveslerimi çıkarıp uygulamaya koyuldum.
Arkasını görebilen ve suda nefes alabilen bir boksör
O bir karides, gerçek adı Odontodactylus scyllarus miş. Bu isim kimin aklında kalır ki? Ben söyleyemiyorum bile. Onun için ona Mantis Karidesi diyelim. Doğu Afrika açıklarında, Hint okyanusunda yerleşmiş. İlginç hayvanları araştırırken rastladım. Sonra da gözümü alamadım kendisinden. Eni konu güzel, fazlasıyla estetik. Bu arada göz demişken, dünyanın en gelişmiş ve en mükemmel görme yetisine sahipmiş. Dairesel görüyor, bizim göremediğimiz kızıl ve mor ötesi renkleri görüyor.
Birde vuruyor, tersi ters bir güzel bu. Kıskacıyla doksan iki kg. güce kadar tokat atabiliyormuş. Yani aman da ne güzel bir şey bu, alayım da akvaryuma koyayım diye şansınız yok.
Kalın bir akvaryum camını darbesiyle kırabilirmiş. Evde beslemeyin yani. Bir de İtalya da balık restaurantlarında Canoce diye satılıyormuş. Ama bu güzellik yenir mi?
Yani beslemeyelim ve Mantis'le beslenmeyelim.
Maurice Ravel, İspanya Fransa sınırında küçük bir köyde doğmuş. Ben doğmadan yirmi yıl önce de ölmüş. Onunla çok yağmurlu bir Ankara akşamında tanıştım. O yıllarda televizyon yeni, tek kanal ve haftada üç gün yayın yapıyor. Bilgisayar ve internetin hayali bile yok. Ama radyo var. Müzik, haber, tiyatro her ihtiyacı gideren dost, can yoldaşı radyo. Ben de çocukluktan genç kızlığa adım atmışım, Ankara İl radyosu dinliyorum, aynı zamanda ders çalışıyorum. Duyduğum melodiyle birden dondum kaldım, müzik bitti, spiker Ravel'den Bolero'yu dinlediniz dedi. Ve yıllar içinde defalarca dinledim. Bir dizi aynı notanın farklı gamlarda çalınmasıyla yazılmış bu eser. Hatta bir kadın izleyici dinleyip ''Delice'' demiş. Ravel' de ''İşte eserimi anlayan birisi'' diye cevaplamış. Ravel ve Debussy birbirlerini karşılıklı etkilemişler. Aynı meslekten olanların birbirlerini etkilemesi normal olsa gerek. Ama bir ressam da Ravel'in notalarına girmiş. Ravel besteye başlamadan önce saatlerce Monet tablosu seyredermiş. İşte bu dünyaca ünlü Ravel, henüz Paris Konservatuvarında okurken 'Roma Ödülü' diye bir ödülü alabilmek için defalarca başvurmuş. Son girdiği yarışmada ilk elemede elenince okulu bırakmış. Gücenmiş, küskünleşmiş olacak ki, yıllar sonra Fransız Hükümeti'nin kendisine verdiği Legion d'Honneur ödülünü reddetmiş. Ravel'in hayatı da pek çok diğer sanatçı gibi ilginç. Annesi Basklı, 1. Dünya Savaşında ambulans şöförü olarak savaşa katılmış. Ellili yaşlarında bir nörolojik sorun başlamış, kasları erimiş, kelimeleri unutmuş. İşte tam da bu sorunları başladığı zaman bir konçerto bestelemiş. Savaşta sağ kolunu yitiren dostu Avusturyalı bir piyanist ( Paul Wittgenslein) için sol el piyano konçertosu. Dinledim çok güzel. Dinleyin, hatta bundan sonra Ravel'i bir Monet tablosunu seyrederek dinleyin.http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/45465/maurice-ravel-sol-el-icin-piyano-koncertosu
Eski Cami'nin yazısı, Üç şerefeli'nin kapısı, Selimiye'nin yapısı mutlaka görülmeli demiş gezginler. Buraları görmeden ölünmemeli.
Günübirlik bir kente gidiyorsanız, oraya yakın olmalısınız. İstanbul, Edirne'ye yakın. Erken yola çıkmalısınız. Arabamız tam sabah yedide hareket etti. Üşümeyi, terlemeyi, yorulmayı, ayakların isyanını göze almalısınız. Bunlara da tamam dedim ve üç buçuk saat süren bir yola revan olduk. Otobüs Çorlu'da mola verdi, rehberimiz mola öncesi aramızdaki hanımefendilerin ihtiyacı olabilir duralım dedi. Bazen çevredeki herkesin hekim olduğunu varsayıyorum herhalde, biz hekimler beraberken kuralsız konuşuruz biraz. Ben de rehbere, beyefendiler ne yapacaklar, onlar için de orman kenarında mı duracaksınız dedim. Neyse kadın, erkek ihtiyaç molası sonrası neşeli, fıkralı, eğlenceli bir Edirne girişi yaşadık.
Bir dünya mirası Selimiye
Edirne'ye hoşgeldiniz yazısının yanından bile görünüyor Selimiye. Mimar Sinan'ın 2. Selim ( Sarhoş Selim, Sarı Selim) için yaptığı camii. Gerçi Selim'in ömrü vefa etmemiş, bitmiş halini görmemiş. Selimiye Camisi bir Selatin camisi. Selatin camisini sadece Sultanlar yaptırabiliyormuş ve kullanılan para devletin parası olmayacakmış, ya savaş ganimeti olacak ya da sultanın kendi parası olacak. İşte Selimiye Kıbrıs'ın fethinde elde edilen ganimetle yapılmış. O kadar çok mimari özellik var ki, bunlar ayrıntı ama rehberin dediğine göre Ayasofya dahil, hiç bir tapınakta böyle bir tek kubbe yok. Yaparken Mimar Sinan seksen yaşındaymış ve bilindiği gibi ustalık eserim demiş buraya. Dünya mimarlık tarihinin baş yapıtlarından sayılan bu yapı kesinlikle görülmeli. Zaten Unesco Dünya Mirası Listesinde yer alıyor. İçi muhteşem, boydan boya İznik çinileri ile döşeli, taşlar birçok yerden gelmiş, Kıbrıs'dan, Kavala'dan, Edirne'den. Hatta Mimar Sinan'ın yazdıklarında Kıbrıs'dan ve Atina'dan getirilen sütunlar için Mısır hazinesi kadar para harcandı yazmaktaymış. Pek çok süslemede diğer inanışlarda da kullanılan sihirli halka çarkı felekler var. Sonsuzluk isteğini anlatan bu ifade,inanış ayırt etmiyor demek ki. Kök boyalı ahşaplar, rivayete göre Sinan'ın ölen torunu için yapılan ters ve renksiz lale, sultan mahfilinden çalınan elma çinileri ( 1878 Osmanlı-Rus harbin'de sökülüp çalınan çiniler şu anda Saint Petersburg'da müzede sergilenmekteymiş).........Öyle çok Selimiye hikayesi var ki.
Gez gez bitmeyen Edirne
Bunların dışında görülmesi gerekenler, 2. yüzyıldan kalma Hadrian kulesi, şu anda da kullanılan 1890 da yapılmış Selçuklu mimarisinin zerafetini taşıyan Edirne Belediye binası ( ki bu binada Sultan Reşat, Rus çarı, Bulgar kralı kalmışlar), Fatih'in büyük halasının kurduğu Fatma Hatun mahallesi, Şükrü Paşa anıtı (Zavallı Paşa Bulgar saldırılarına karşı şehri bir ay savunması istenmiş ama söz verilen yardım gelmemiş, buna rağmen Paşa şehri beş buçuk ay savunmuş, açlık başlamış, erzak tükenmiş, o da şehrin anahtarını Bulgarlara vermiş, İstanbul'a dönünce de teslim oldun diye cezalandırılmış), Avrupa'nın en büyük Sinagogu ( yeni restore edilmiş ve özel izinle gezebildik) Edirne Tren İstasyonu( Şu anda Trakya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi) Fakültenin önünden dümdüz aşağı yürüyünce karşımıza üç değişik boyda diktörtgen taşın oluşturduğu Lozan Anıtı çıkıyor. Taşlardan uzun olanı Anadolu,orta boyda olanı Trakya, en kısa olanı da Lozan anlaşmasıyla kazandığımız Karaağa'cı simgeliyormuş.Yunanistan Lozan anlaşmasıyla Karaağacı savaş tazminatı olarak bize vermiş. Sular içinde bir şehir Edirne,Meriç ve Tunca nehirleri, bunların kolları orada burada akıyor. Biz gitmeden bir kaç gün önce Bulgaristan baraj kapaklarını açtığı için nehirler taşmıştı. Yolları su bastığı için tarihi köprüleri araç trafiğine açmışlar, böylece o köprülerden geçme fırsatımız oldu. Ama aynı nedenle Kırkpınar güreş alanını gezemedik, sulardan oralara geçemedik.
En batıdaki başkent
Edirne doksan iki yıl Osmanlı'ya başkentlik yapmış. Başkent İstanbul olduktan sonra da Sultanlar Edirne'yi hep sevmişler. Avlanmaya, saklanmaya, dinlenmeye, beklemeye....her nedenle gelip kalmışlar. Sultan gelir de, nerede kalır? Sarayda tabi, Edirne'de bir saray olmalıydı ama yok. daha doğrusu kalıntıları var, bir kule ve mutfak kısmı kalmış günümüze. Balkan savaşları sırasında sarayın içine silah ve cephanelik doldurulmuş. Fakat işler beklendiği gibi gitmeyince, Osmanlı yenilip çekilmek zorunda kalınca, cephaneleri patlatmışız, sarayımızı kendimiz yıkmışız yani.
Beyazıt Külliyesi ve Sağlık Müzesi
1488 de 2. Beyazıt yaptırmış, Külliye'nin en önemli bölümü şifahanesi ve tıp medresesi. 400 yıl aralıksız her türlü hastaya şifa dağıtmış. 1878 Osmanlı-Rus savaşı sonrası sadece ruh hastalıkları için kullanılmış.Geçmişte hastaların müzik, su sesi ve güzel kokularla tedavi edildikleri bir tarihi mekân burası. 1997 de Trakya Üniversitesi tarafından Sağlık Müzesi olarak düzenlenmiş. Selimiye'den sonra Edirne'de en çok ziyaret edilen ikinci mekanmış ve 2004 de Avrupa Konseyi müze ödülünü almış
Neler Yedim
Selimiye'nin çevresi külliyenin diğer yapılarıyla çevrili tam yanında benzer mimaride daha sonra eklenmiş Arasta var, Arasta ve Rüstem Paşa çarşısı sıra sıra rengarenk dükkanlarla dolu. Buranın olmazsa olmazı, badem ezmesi, kavala kurabiyesi ( bademli, tereyağlı, küçük hilaller şeklinde un kurabiyesi), kallavi kurabiye( şam fıstığı, bal ve zerdeçal karışımı acı badem kurabiyesinin benzeri), şekerlemeler ve lokumlar. Edirne'nin hediyeliği bunlar, hepsinden aldım tabi, kalori hesabı yapmadan da yedim. Karaağaç'da Meriç Nehrinin kıyısında sıra sıra yemek yiyebileceğiniz mekanlar var. Biz Lalezar' da yedik. Tabi ki Edirne'nin ünlü tava ciğerini yedik. Yağmurlardan mı, yoksa baraj kapakları açıldığı için mi bilmem Meriç'in suları bulanıktı. Ciğer güzeldi, biraz yağlı ve ağır bir yiyecek ama kırk yılda bir olur bu kadar dedim ve yedim.