Ben, bir inancın ve geleneğin içine doğdum herkes gibi. Çocukken, her şeyi sevmenin kolay olduğu yıllarda bayramları da sevdim. El öpmeyi pek sevmezdim, samimiyetsiz gelirdi. El öpme karşılığında verilen mendil, lokum, harçlık...onlar güzeldi tabii. Kurban bayramlarında, aldıkları koyuna dokunmak istemezdim. Öldürecekleri koyunun başını okşamalarına anlam veremezdim. Ama etini yerdim , her yaşımda kavurmayı sevmişimdir. Babamın işe gitmediği, anneannem, dedem, ablalarım hep beraber eğlenilen günlerdi benim bayramlarım. Eğer, bayram kışa geldiyse, gece tel helva( pişmaniye) yapılırdı. Yıllar sonra, o seremoniyi Japonların çay hazırlamasına benzetmişimdir. O kadar eğlenirdim ki, bir gün önce kesilmiş koyunu unutur giderdim. Kendim karar verip, uygulama aşamasına gelince de, yaşadığım ortam gereği koyun katliamına devam ettik. Hatta artık, o inancı ve geleneği sorgulamaya başlayıp, reddettiğim zamanlar bile, kesilme anına tanık olmasam da, o eti yedim. Bir bayram yazısı yazmaya karar verdiğim zaman, ilk aklıma gelen, katledilmelerine katkım olan tüm hayvanlardan özür dileyerek başlamak oldu. Bu da ne kadar samimi bilemiyorum. Görmediğim bir yerde kesilip, market reyonuna konulunca farklı mı oluyor? Vegan beslenmeyi denemedim hiç. Denemeli miyim bilmem. Ancak, çok iyi biliyorum ki, bir daha asla, benim aracılığımla bir hayvanın boğazlanmasına izin vermem. Bunun dışında bayramlar, festivaller, kutlamalar lazım. Durup nefes almak için, sevdiklerine dokunmak için, rutinin dışına çıkmak için, hediye almak, hediye vermek için lazım. Bayram olması için, bayram gibi hissetmek için, insan ya da hayvan kimseyi incitmeyelim. Güzelliklerle, aşkla, sözle, sohbetle, misafirli sofralarla dolu olsun bayramınız.
İnsanın milyonlarca yıldır evrimleşmesi ortada. Dinler bunu reddetse de ortada. Biyolojik canlının evrimleşmesi elle tutulur bir şey, ruhun evrimleşmesi neyin nesi acaba?
Herkes o kadar doyumsuz ki, o kadar çok mutsuz insan var ki çevrede, içimde, evimde, her yerde. Dört bir yan kavga gürültü, savaş. Parası olmayan mutsuz, olan mutsuz. Satın alan memnun değil, satan memnun değil. Zaman bir kara delik gibi insanları öğütüyor. Kafa yorayım şuna dedim, bir ucundan çözüme yönelik bir şey vardır herhalde. Aslında bu kadar psikiyatr var, araştırmacılar var, psikologlar var, sosyologlar var. Hani kelin merhemi olsa başına sürer vaziyetindeler.
Eğer Lacan doğru söylüyorsa
İnsanın ruhsal yolculuğunu üç döneme ayıran bir görüş var. Aksi ispatlanamaz, gerçekliği de gösterilemez. Ben bunu seviyorum. İmgesel, simgesel ve gerçekçi dönem. Lacan böyle buyurmuş, Freud'dan bu yana en tartışmalı psikanalist diyor vikipedi onun için. Lacan'ın seminer notlarını biraz okumaya çalıştım, çoğunu anlamadım. Anladıklarımdan da kişisel yorum çıkardım. Yanlıştır belki. Bunu da o bilimin insanlarına saygım nedeniyle söylüyorum. İyi niyetliyim yani. Sadece mutluluk reçetesi var mı diye bakınıyorum. Lacan, bilinç dışı dil gibi yapılanmıştır diyor, Dil'in toplumsallığı, kültürü, yasa ve yasakları taşıdığından bahsediyor.
İmge-simge-Gerçek
0-3 yaş arası imgesel dönemde bebek için her şey ne kadar güzel ve basit, saf mutluluk ve huzur hali. Anne karşılıksız ve dolaysız olarak tüm arzuları doyuruyor. Lacan o ana dönmek tamamen imkansız diyor. O konuda yapacak bir şey yok.
Acıyı azaltmanın yollarını arayalım o zaman. Ne oluyorsa 3 yaştan sonra başımıza geliyor, simgesel dönem başlıyor, yok Oedipus, yok fallus, falan da filan. Ve Lacan'a göre biyolojik canlıdan insan olmaya doğru bir yolculuk bu. Simgesel dönemde büyüyoruz, gelişiyoruz, okuyoruz, cinsel deneyimler yaşıyoruz....Simgesel dönem anneyle çocuğun arasına giriyor.
Ama o da devrini bitirip ortamı ve insanı gerçekliğe bırakıyor. Buranın tarifi korku filmi gibi. Buraya asla ulaşılamayacak, tamamlanamayacak eksiklik yeri deniyor. Bu süreçte hiç durmadan yeni bir arzu oluşuyor, sahip olunurken arzu özelliği bitiyor ve yeni bir arzu başlıyor. Bilinç dışı arzu bu, biz somutlaştırıyoruz, her birey yaşadığı yere, zamana, kültüre göre somutlaştırıyor. İnsan hep düşlerinin peşinden koşuyor, gerçekleşince de düş olmaktan çıkıyor. Ölünceye kadar bir kısır döngü yani. Ben bu döngüden sıkıldım. Çok sıkıldım. Yineleyeyim, ben psikolojiden anlamam. Kendimce şu arzu kıskacından kurtulmanın yollarını arıyorum. Bir kısmını el yordamı bulmuştum daha önce. Bir kaç çözüm şekli de Lacan'ı okuyunca geldi aklıma.
Acıyı azaltmanın yollarını arayalım o zaman. Ne oluyorsa 3 yaştan sonra başımıza geliyor, simgesel dönem başlıyor, yok Oedipus, yok fallus, falan da filan. Ve Lacan'a göre biyolojik canlıdan insan olmaya doğru bir yolculuk bu. Simgesel dönemde büyüyoruz, gelişiyoruz, okuyoruz, cinsel deneyimler yaşıyoruz....Simgesel dönem anneyle çocuğun arasına giriyor.
Ama o da devrini bitirip ortamı ve insanı gerçekliğe bırakıyor. Buranın tarifi korku filmi gibi. Buraya asla ulaşılamayacak, tamamlanamayacak eksiklik yeri deniyor. Bu süreçte hiç durmadan yeni bir arzu oluşuyor, sahip olunurken arzu özelliği bitiyor ve yeni bir arzu başlıyor. Bilinç dışı arzu bu, biz somutlaştırıyoruz, her birey yaşadığı yere, zamana, kültüre göre somutlaştırıyor. İnsan hep düşlerinin peşinden koşuyor, gerçekleşince de düş olmaktan çıkıyor. Ölünceye kadar bir kısır döngü yani. Ben bu döngüden sıkıldım. Çok sıkıldım. Yineleyeyim, ben psikolojiden anlamam. Kendimce şu arzu kıskacından kurtulmanın yollarını arıyorum. Bir kısmını el yordamı bulmuştum daha önce. Bir kaç çözüm şekli de Lacan'ı okuyunca geldi aklıma.
Bunları yazmayacağım, sorun söyleyeyim.......
Asya'da oturmuş, Avrupa'ya bakıyorum, ağzımdan lezzet fışkırıyor
Gezi yazılarını okuyorum. Gezi bloglarına göz gezdiriyorum. Çoğunluk uzak uzak gezmelerini anlatıyor. İşte Uzakdoğu'nun filanca şehrinde bir meydan, Afrika'da safariden bir kesit, cruise ile bir günde üç şehir gezmeler, Avrupa'dan kuleler, kaleler, saraylar....Kolay değil bu seyahatler. Zaman lazım, en önemlisi para lazım. En basit gezi bin Euro'dan fazla, o da sadece yol, sabahın kör karanlığında yapılan kahvaltı, yorgunluktan hemen uyuyup kaldığından nasıl olduğunu anlayamadığın oda ve yatak. Ekstra bir şeyler göreyim dersen, cüzdanın ağzını açacaksın. Dönünce elinde kalan ne? Birbirine benzer yüzlerce fotoğraf. Bir kaç ufak hediyelik, giderek unutulan hoş anılar. Böyle geziler yaptım, turlara katıldım, gittiğim yerlere ait anılarım yavaş yavaş flulaştı ama bir yıl boyunca kredi kartı ekstresinde tur parasının taksitlerini görüp durdum.
Kanlıca yollarındayım
Neyse işte, iki yıl önce İstanbul'a yerleştim. Gezmeyi de çok seviyorum ama dedim kendime,artık turlara para kaptırmak yok, bu şehri keşfet Feray. İstanbul'a bakıyorum, kokluyorum, tadıyorum, dolanıp duruyorum. Bu hafta sonu Kanlıca' ya gittim Daha önce, iş için Beykoz'a giderken transit geçmiştim, bir kaç kez de Boğaz turunda denizden görmüştüm. Bu sefer, arabayla gideyim diye niyetlendim, sonra toplu taşımda karar kıldım. Önce metro ile Kadıköy'e geldim. Meydan'dan Beykoz dolmuşuna bindim. Üsküdar'ın o sıkıcı ve çirkin kalabalığı, Çengelköy'ün taşra zerafeti, Kuleli'nin muhteşem görüntüsü'nü ardımızda bıraktık ve Kanlıca iskelesinde indim. Fotoğraf çeke çeke dolandım biraz, ahşap evler, minicik fırınlar, hediyelik eşya satıcıları, daracık yollar, duvarları saran sarmaşıklar, nazlı nazlı sallanarak kuruyan çamaşırlar. Sonra yoruldum, iskeleye dönüp 1870'de açılmış bir kahveye oturdum. Tam da denizin kıyısında, boğaz'dan bir tanker geçiyor, oluşturduğu dalga ayağıma geliyor. Dizi dizi sandal bozması motorlar, deniz dolmuşu bunlar, beş- altı kişilik, bana en yakın olanının adı Profesör, yanındaki Piri Reis....İnenleri, binenleri seyre daldım biraz, sonra yoğurdum geldi. İsmail ağa kahvesindeyim,1870'de İsmail Hakkı Bey bu evciği satın almış. O zamanlar Piyer loti'den sonra boğaz'ın en büyük kahvehanesiymiş. İlk kurulduğu zaman kahvesi ünlüymüş, o dönemde kahveyi müşterinin önünde kavurur, çeker ve pişirirlermiş. 93 harbi( 1878 Osmanlı-Rus harbi) sonrası İstanbul'a gelen Bulgar göçmenler Kanlıca'ya yerleşmişler ve böylece İsmail Hakkı Bey de onların teneke tepsilerde yapıp sattığı yoğurtla tanışmış, sonrası malum. Yoğurt inanılmaz lezzetli, o marketlerde satılan Kanlıca yoğurtlarıyla alakası yok. Pudra şekeri, bal, reçel ya da pekmezle servis ediliyor. İzmir'de ballı yoğurt ünlüydü çok yedim, çocukken annem yoğurdu pekmezle yedirirdi, bu kez pudra şekeriyle denedim.. Nefis, tadı o kadar güzel ki, keşke cam ya da toprak kapta olsaydı diye düşündüm. Ardından çay , ince belli bardak, tavşan kanı dem. Tam karşıya bakıyorum, sırtımı ışıksız hali metal yığınından başka bir şey olmayan köprüye dönüyorum, sevimsiz bir kaç gökdelen siluetini görmezden geliyorum. Olağan dışı bir güzellik. Bakın işte yine dolmuşa binip eve döneceğim, yatak bedava, kahvaltı bedava, Asya'da oturmuş, Avrupa'ya bakıyorum, ağzımdan lezzet fışkırıyor. Yahya Kemal'i düşündüm, ne güzel yazmış ama....
''Günler kısaldı...Kanlıca'nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları
Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa
Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa
İçtik bu nadir içkiyi yıllarca kanamadık
Bir böyle zevke tek bir ömür yetmiyor, yazık!''
Kanlıca'ya bir daha gideceğim, bir akşam vakti, iskelenin tam karşısındaki sokakta İkinci Bahar diye bir lokanta varmış, İstanbul'u yavaş yavaş, sindire sindire bitireceğim, vaktim çok
Gezi yazılarını okuyorum. Gezi bloglarına göz gezdiriyorum. Çoğunluk uzak uzak gezmelerini anlatıyor. İşte Uzakdoğu'nun filanca şehrinde bir meydan, Afrika'da safariden bir kesit, cruise ile bir günde üç şehir gezmeler, Avrupa'dan kuleler, kaleler, saraylar....Kolay değil bu seyahatler. Zaman lazım, en önemlisi para lazım. En basit gezi bin Euro'dan fazla, o da sadece yol, sabahın kör karanlığında yapılan kahvaltı, yorgunluktan hemen uyuyup kaldığından nasıl olduğunu anlayamadığın oda ve yatak. Ekstra bir şeyler göreyim dersen, cüzdanın ağzını açacaksın. Dönünce elinde kalan ne? Birbirine benzer yüzlerce fotoğraf. Bir kaç ufak hediyelik, giderek unutulan hoş anılar. Böyle geziler yaptım, turlara katıldım, gittiğim yerlere ait anılarım yavaş yavaş flulaştı ama bir yıl boyunca kredi kartı ekstresinde tur parasının taksitlerini görüp durdum.
Kanlıca yollarındayım
Neyse işte, iki yıl önce İstanbul'a yerleştim. Gezmeyi de çok seviyorum ama dedim kendime,artık turlara para kaptırmak yok, bu şehri keşfet Feray. İstanbul'a bakıyorum, kokluyorum, tadıyorum, dolanıp duruyorum. Bu hafta sonu Kanlıca' ya gittim Daha önce, iş için Beykoz'a giderken transit geçmiştim, bir kaç kez de Boğaz turunda denizden görmüştüm. Bu sefer, arabayla gideyim diye niyetlendim, sonra toplu taşımda karar kıldım. Önce metro ile Kadıköy'e geldim. Meydan'dan Beykoz dolmuşuna bindim. Üsküdar'ın o sıkıcı ve çirkin kalabalığı, Çengelköy'ün taşra zerafeti, Kuleli'nin muhteşem görüntüsü'nü ardımızda bıraktık ve Kanlıca iskelesinde indim. Fotoğraf çeke çeke dolandım biraz, ahşap evler, minicik fırınlar, hediyelik eşya satıcıları, daracık yollar, duvarları saran sarmaşıklar, nazlı nazlı sallanarak kuruyan çamaşırlar. Sonra yoruldum, iskeleye dönüp 1870'de açılmış bir kahveye oturdum. Tam da denizin kıyısında, boğaz'dan bir tanker geçiyor, oluşturduğu dalga ayağıma geliyor. Dizi dizi sandal bozması motorlar, deniz dolmuşu bunlar, beş- altı kişilik, bana en yakın olanının adı Profesör, yanındaki Piri Reis....İnenleri, binenleri seyre daldım biraz, sonra yoğurdum geldi. İsmail ağa kahvesindeyim,1870'de İsmail Hakkı Bey bu evciği satın almış. O zamanlar Piyer loti'den sonra boğaz'ın en büyük kahvehanesiymiş. İlk kurulduğu zaman kahvesi ünlüymüş, o dönemde kahveyi müşterinin önünde kavurur, çeker ve pişirirlermiş. 93 harbi( 1878 Osmanlı-Rus harbi) sonrası İstanbul'a gelen Bulgar göçmenler Kanlıca'ya yerleşmişler ve böylece İsmail Hakkı Bey de onların teneke tepsilerde yapıp sattığı yoğurtla tanışmış, sonrası malum. Yoğurt inanılmaz lezzetli, o marketlerde satılan Kanlıca yoğurtlarıyla alakası yok. Pudra şekeri, bal, reçel ya da pekmezle servis ediliyor. İzmir'de ballı yoğurt ünlüydü çok yedim, çocukken annem yoğurdu pekmezle yedirirdi, bu kez pudra şekeriyle denedim.. Nefis, tadı o kadar güzel ki, keşke cam ya da toprak kapta olsaydı diye düşündüm. Ardından çay , ince belli bardak, tavşan kanı dem. Tam karşıya bakıyorum, sırtımı ışıksız hali metal yığınından başka bir şey olmayan köprüye dönüyorum, sevimsiz bir kaç gökdelen siluetini görmezden geliyorum. Olağan dışı bir güzellik. Bakın işte yine dolmuşa binip eve döneceğim, yatak bedava, kahvaltı bedava, Asya'da oturmuş, Avrupa'ya bakıyorum, ağzımdan lezzet fışkırıyor. Yahya Kemal'i düşündüm, ne güzel yazmış ama....
''Günler kısaldı...Kanlıca'nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları
Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa
Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa
İçtik bu nadir içkiyi yıllarca kanamadık
Bir böyle zevke tek bir ömür yetmiyor, yazık!''
Kanlıca'ya bir daha gideceğim, bir akşam vakti, iskelenin tam karşısındaki sokakta İkinci Bahar diye bir lokanta varmış, İstanbul'u yavaş yavaş, sindire sindire bitireceğim, vaktim çok
Ben yaşlarda, simsiyah saçlı bir kadın, selam verdi, gelip yanıma oturdu, o da bir elma kopardı.
Gezmeyi çok seviyorum. Gezdiğim yerleri yaşamayı, yaşadıklarımı anlatmayı, anlattıklarımı yazmayı seviyorum. Ama her gezdiğim yeri anlatasım gelmiyor, hele yazmak asla....İşte öyle bir yer gördüm ki, size yazarak anlatayım. Adige Nehri, Kuzey İtalya'da, Alp Dağları'ndan doğuyor, Venedik Körfezi'ne dökülüyor. Bana İtalya'nın nehirleri deseniz, Po derim. Coğrafyadan aklımda kalmış, belki de bilmece çözerken öğrenmişimdir. Ama artık benim nehrim Adige.....
Venedik'in gördüğüm yüzü
Önce, Venedik'e gittim, oraya gidenlerin gördüklerini gördüm. Kanallar, gondollar, camlar, maskeler, makarnalar....vs. Yıllar önce, pikap çalıp şarkı dinlediğimiz zamanlarda, bir plağımız vardı. Üstündeki resimde, bir gondol, içinde aşık bir çift, kırmızı fularlı bıçkın bir gondolcu. Kim söylerdi, ne söylerdi hatırlamıyorum. Hüzünlü İtalyanca bir şarkıydı. Onu dinlerken, Venedik'de olduğumu hayal ederdim. Aslını görünce, keşke Venedik hayallerimde kalsaydı dedim. Etraf turist kaynıyor, paranla bakıyor çekiliyorsun, şehir seni paran kadar seviyor.
Adige boyunca yukarı
Venediğin en güzel anı, şehirden çıkıp kuzeye doğru gitmekti, yolu şaşırıp otobandan çıkmaktı, yan yollarda kaybolup, Adige ile karşılaşmaktı. Oraların tatlı serin bir havası var, ağustosun sonuna göre soğuk bile, etraf yemyeşil, rengarenk çiçeklerle dolu. Nehir, bu cennetin arasından kıvrıla kıvrıla gidiyor, masmavi bir ip gibi, kenarı söğütlerle dolu. Yolun diğer kenarında, üçer beşer evler, koyu abanoz tahtadan balkonları var, saksılardan renkler taşıyor. Arada elma ağaçları, üzüm bağları.
Naples'li Teresa
Yolun kıyısında durdum. Bahçe duvarına oturdum, başımın üstünden geçen daldan bir elma kopardım, çocukken yaptığım gibi üstüme sildim. Ben elmamı yerken önümden onlarca bisikletli süzülerek geçti. Meğerse burası Alplere doğru çıkan , profesyonel bisikletçilerin de çok sevdiği bir yolmuş. Cırcır böcekleri korosu ve nehrin gümbürtüsü arasında, bir ses duydum. Ben yaşlarda, simsiyah saçlı bir kadın, selam verdi, gelip yanıma oturdu, o da bir elma kopardı. Teresa, bir öğretmenmiş, ilkokulda ingilizce öğretmeni. Kocası Avusturyalı, kendisi Napolili. Onlar Napoli'ye Naples diyorlar. Avusturya'ya, kocasının ailesinin yanına tatile gidiyorlarmış. Bu yol çok güzeldir dedi, Adige' yi en iyi burada duyarsın. Elmalarımızı yedik, nehri dinledik, bana kendi yaptıkları elma şarabından bir şişe hediye etti. Venedik benim farkıma bile varmadı ama Teresa ve Adige beni sevdi.Onlardan ayrıldıktan bir süre sonra, Heidi' nin dağları sardı etrafı. Büyük, küçük, alçak, yüksek, sıra sıra , yeşil, uzakları karlı Alpler.
Memlekete döndüm, Adige'nin sesi kulağımda, elmanın tadı damağımda...Bu arada Teresa ile yıllarca yazıştım, sonra unuttuk birbirimizi. Oraları yazmaya karar verince tekrar aklıma geldi, İstanbul'a çağırdım onu. Eğer çağrım kendine ulaşırsa ve gelirse, yazarım tekrar, anlatırım sizlere......
Gezmeyi çok seviyorum. Gezdiğim yerleri yaşamayı, yaşadıklarımı anlatmayı, anlattıklarımı yazmayı seviyorum. Ama her gezdiğim yeri anlatasım gelmiyor, hele yazmak asla....İşte öyle bir yer gördüm ki, size yazarak anlatayım. Adige Nehri, Kuzey İtalya'da, Alp Dağları'ndan doğuyor, Venedik Körfezi'ne dökülüyor. Bana İtalya'nın nehirleri deseniz, Po derim. Coğrafyadan aklımda kalmış, belki de bilmece çözerken öğrenmişimdir. Ama artık benim nehrim Adige.....
Venedik'in gördüğüm yüzü
Önce, Venedik'e gittim, oraya gidenlerin gördüklerini gördüm. Kanallar, gondollar, camlar, maskeler, makarnalar....vs. Yıllar önce, pikap çalıp şarkı dinlediğimiz zamanlarda, bir plağımız vardı. Üstündeki resimde, bir gondol, içinde aşık bir çift, kırmızı fularlı bıçkın bir gondolcu. Kim söylerdi, ne söylerdi hatırlamıyorum. Hüzünlü İtalyanca bir şarkıydı. Onu dinlerken, Venedik'de olduğumu hayal ederdim. Aslını görünce, keşke Venedik hayallerimde kalsaydı dedim. Etraf turist kaynıyor, paranla bakıyor çekiliyorsun, şehir seni paran kadar seviyor.
Adige boyunca yukarı
Venediğin en güzel anı, şehirden çıkıp kuzeye doğru gitmekti, yolu şaşırıp otobandan çıkmaktı, yan yollarda kaybolup, Adige ile karşılaşmaktı. Oraların tatlı serin bir havası var, ağustosun sonuna göre soğuk bile, etraf yemyeşil, rengarenk çiçeklerle dolu. Nehir, bu cennetin arasından kıvrıla kıvrıla gidiyor, masmavi bir ip gibi, kenarı söğütlerle dolu. Yolun diğer kenarında, üçer beşer evler, koyu abanoz tahtadan balkonları var, saksılardan renkler taşıyor. Arada elma ağaçları, üzüm bağları.
Naples'li Teresa
Yolun kıyısında durdum. Bahçe duvarına oturdum, başımın üstünden geçen daldan bir elma kopardım, çocukken yaptığım gibi üstüme sildim. Ben elmamı yerken önümden onlarca bisikletli süzülerek geçti. Meğerse burası Alplere doğru çıkan , profesyonel bisikletçilerin de çok sevdiği bir yolmuş. Cırcır böcekleri korosu ve nehrin gümbürtüsü arasında, bir ses duydum. Ben yaşlarda, simsiyah saçlı bir kadın, selam verdi, gelip yanıma oturdu, o da bir elma kopardı. Teresa, bir öğretmenmiş, ilkokulda ingilizce öğretmeni. Kocası Avusturyalı, kendisi Napolili. Onlar Napoli'ye Naples diyorlar. Avusturya'ya, kocasının ailesinin yanına tatile gidiyorlarmış. Bu yol çok güzeldir dedi, Adige' yi en iyi burada duyarsın. Elmalarımızı yedik, nehri dinledik, bana kendi yaptıkları elma şarabından bir şişe hediye etti. Venedik benim farkıma bile varmadı ama Teresa ve Adige beni sevdi.Onlardan ayrıldıktan bir süre sonra, Heidi' nin dağları sardı etrafı. Büyük, küçük, alçak, yüksek, sıra sıra , yeşil, uzakları karlı Alpler.
Bu benim uğurlu taşım, bu benim rengim, bu benim çiçeğim, bu şunum, bu bunum deriz ya hani. İşte benim kuşum var. Hani öyle en güzel kuyruklu olandan değil, sesi en güzel olandan değil, en yırtıcı, en küçük, nesli tükenmekte olan, falan, filan, hiç birisi değil.
Şeker söyle, kaymak söyle, bal söyle
Göçmen kuşlar,kuzeyden güneye doğru göç edince, gidilecek yer olarak Afrikayı tercih ederlermiş. İşte benim kuş hariç, o Hindistan'ı seviyor. Şans-refah-umut kuşu diyorlar yüzyıllardır kendisine. Hatta daha da ileri gitmişler ,bu göklerin özgürlük sevdalısına, gök tanrıyı temsil ediyor bile demişler. Neyse işte o benim kuşum. Turnam benim.
Allı, telli, taçlı, mavi başlı
Tabii yalnız ben sevmiyorum, eski mısır da, yunan da, uzak doğu medeniyetlerinde, kadim Anadolu medeniyetlerinde çok ayrı bir yeri var. Mezar yazıtlarında var, halı kilim desenlerinde var, şarkılarda, türkülerde, ağıtlarda var. Bir yerde okudum, sade yaşamayı seven eşine sadık kuşlardır diyor. Şaşalı yaşayan, çapkın kuş hangisiyse? Allı, telli, taçlı, mavi başlı, japon, vs. diye türleri var. Ben İzmir'de Sasalı doğal yaşam parkında, bir çift taçlı turna gördüm, gözlerimi alamadım zerafetlerinden. Sonra turna origamisi yaparak hayata tutunmaya çalışan kanserli Japon küçük bir kızın öyküsüne rastladım. Sadako Sasaki , Nagazakiye atom bombası atıldığında henüz iki yaşındaymış, on iki yaşındayken radyasyondan etkilendiği için kansere yakalanmış, kağıttan bin tane turna yaparsa kurtulacağına inandırmış kendini ama 637. turna origamisini yaparken ölmüş. Ardından hastahaneye milyonlarca kağıttan turna yağmış, Şimdi onlar bir müzede barış adına sergileniyorlarmış.
Peki ya! Benim turnam
Ben turnayla hayatımın en şanssız, en bahtsız, en tutsak hissettiğim döneminde karşılaştım. Sonra bir gün, kendimi kağıttan turnalar yapar buldum. Onları cebime, umutlarını yüreğime koydum ve bir su kenarından diğer su kenarına göçtüm. Başka bir hayatta, kendime mutlu bir son yazarım da, ona birkaç teşekkür mısrası yazmaz mıyım?
Denizin, kıyıyı yaladığı
Uçsuz. bucaksız, sihirli şehirde
Turna oldum işte
Feray Coşkun
Yılbaşına bir kaç gün kalmıştı, sürekli lapa lapa kar yağıyordu, ara sıra esen sert rüzgarlar hariç soğuğa alışmış gibiydim. O gün Oslo'nun hemen yakınındaki Holmenkollen'e gittik. Burada dünyaca ünlü bir kayak atlama pisti var. O yıllarda henüz yapım aşamasındaydı, ilk gördüğümde, aman allahım dedim, bakarken bile korktum, nasıl kayıp atlıyorlarsa, kendimi pistin tepesinde düşünemedim, hayallerimi bu kadar zorlayamadım.. Bu atlama kulesinin altında bir müze var. Ski Museum ' da kayakla ilgili şeyler sergileniyor. Ski foreningen ( kayakçılar derneği) kurmuş burayı. Bina 1968 de yanmış. Tam müze girişinde mermerden yapılma, bacası olmayan bir şömine gördüm.Üstünde metal süslemeler ve içinde odunlar var. Kenarındaki yazıda, bu düzenlemenin yangının anısına yapıldığı yazıyor. İçeride kayağın tarih içinde gelişimi görsel olarak anlatılıyor. Grönland çevresini dolaşan kayakçıların malzemeleri, Finmark'da yaşayan Samilerin geleneksel kıyafetlerinden örnekler ve en önemlisi kutup kaşiflerinin eşyaları sergileniyor. Hemen yanında, ışıl ışıl, süslü hediyelik eşyalar satan bir dükkan var. Benzerlerini başka yerlerde de görebilirsiniz. Sonra dışarıda oturduk, sıcacık kahvemi yudumlayıp, kar tanelerinin danslarını seyrederken kutup kaşiflerini düşündüm.
Scott-Amundsen
Beni en çok etkileyeni, kutup kaşiflerinin eşyaları olmuştu. Nansen, Scott ve Amundsen'in eşyaları. Ayrı bir bölümde 19 Ekim 1911 de Amundsen ve dört arkadaşının Güney kutbuna çıkarken kullandıkları her şey sergileniyor ama her şey. Kırmızı bir kamp çadırı, kazma-tornavida gibi aletler, cam tüplerde ilaçlar, tahta gözlük, ayrı bir okuma gözlüğü, kayakları, çorapları, ayakkabıları, giysileri, kap kacak, kaşıklar, küçük bir ocak. Güney Kutbuna ilk giden olduğu için, Amundsenle çok övünüyorlar Norveç'in kahramanlarından birisi o. Biraz asık suratlı sanki, fotoğrafları böyledir belki. Scott'dan daha hızlı gidip dönmüş. Deneyimli bir denizci, dönüş yolunda, gücü azalan köpekleri kesip yiyecek kadar mantıklı. İngiliz denizci ve bilim adamı Scott'a gelince, son değerlendirmelerde kusurları bulunsa da, bence çok şanssızmış. Terra Nova günlüklerini okudum, içim cız etti. Terra Nova, onları Antarktika'ya götüren geminin adı. Sonra kızaklarla yola devam ediyorlar. Yük taşımak için Amundsen sibirya kurdu kullanırken, Scott at kullanmış. Atlar hava şartlarına dayanamamış tabii, sonra kızakları kendileri çekmişler. Yolda çok fazla oyalanıp numune toplamışlar. Mesela topladığı fosillerden birisi araştırılmış, 250 milyon yıllık bir huş ağacı fosiliymiş. Böylece Güney yarım küre kıtalarının bir zamanlar birleşik olduğu tesbit edilmiş. Topladığı diğer veriler bir çok bilimsel çalışmaya yön vermiş.Ve onun ekibi dönüş yolundayken -25 olması gereken ısı -40 derecelere inmiş. Son satırlarında ' Güçten düştüm, daha fazla yazamıyorum, tanrı aşkına ailelerimize iyi bakın' demiş. Bunları derken, sadece on bir mil yolu kaldığını bilseydi.....
Tüm bunlar Antarktika için olmuş. Yeryüzünün en fırtınalı, en soğuk toprakları. Aslında hiç bir ülkenin toprağı değil, dünyanın parkı deniyor. Nasıl parksa, tüm buzların %92 si buradaymış. 4,5 km. kalınlığında bir buz kütlesi, üstelik toprağın üstünde hareketli bir tabaka, tam kutup noktasının yeri tespit edilebilsin diye işaretleyiciler varmış. Buz kayınca işaretleyici sabit kalıyor. Çevresindeki deniz çok soğuk ama planktonlardan zengin olduğu için, hiç bir bitkinin olmadığı bu kıtada hayvanlar bol. Penguen, fok, balina cenneti sanki. Güney kutbuna gidemeyiz ama oraya ilk gitmiş eşyaları görebiliriz. Bu müze, Oslo'dan yarım saat uzaklıkta, metro ile ulaşım çok kolay. Tabii önce Norveçe gitmeniz lazım.
Neren ağrıyorsa canın oradadır derdi anneannem. Ağrıyan yerine elini koy da derdi, ben küçük bir kızken. Doğruymuş meğerse, refleks olarak elimizi neremiz ağrıyorsa oraya götürürüz. Herhalde destek olmak için, ısıtmak için, okşamak için, enerji aktarmak için....Diğer eliyle dirseğini tutmuş, yılgın bir yüz ifadesiyle muayeneye gelen hastalarım son zamanlarda arttı.
Tenisçi Dirseği
Dirsek ağrısı, bir noktada şiddetli, sonra el bileğine kadar aşağıya doğru akıyor. Hastalar arasında her yaş var ama gençlerde daha belirgin. Muayene sonrası tanımız çoğu kez Tenisçi Dirseği, aslında latince bir adı da var da burası yeri değil. Adı üstünde tenisçilerde sık görülüyor. Hastalarımdan çoğu kez aynı cümleyi duyuyorum. 'Ben hiç tenis oynamam ki'. El bir şeyi kavramışken, elinizi sıkarsanız ve dışa döndürme hareketi yaparsanız, kasın dirsekte kemiğe yapıştığı yeri zedeliyorsunuz.
Keşke yapmasaydım.
Ne yapmayalım? Temizlik yaparken bezlerin canını çıkaracakmış gibi sıkmayalım, sıkışmış kavanoz kapaklarını elimizle açmak için uğraşmayalım, tamir esnasında tornavidaya tüm gücümüzle yüklenip çevirmeyelim. Bilgisayar başındaysak, klavyede yazarken dirsekleri yere dayamayalım, mouse kullanıyorsak, mouse avucumuzu tam doldursun yani küçük olmasın ve sıkmayalım.Her ne yapıyorsak, mola vermeyi bilelim. Böylece hem vücudumuza zarar vermeyiz, hem de performansımız artar.
Hadi tedavi edelim
Dikkat etmedik, ya da elimizde olmayan bir nedenle dokumuz zedelendiyse, önce hasar tespiti lazım. Korkmayalım, her yaralı doku kendini tamir yeteneğine sahip, yaradılış şifresi böyle. Biz tamir sürecini kolaylaştıralım, hızlandıralım, en azından engel olmayalım. Hemen travmadan sonra her şey olup bitmez, hızı giderek azalsa da yıkım yetmiş iki saat devam eder. İşte biz bu yetmiş iki saat, hasarı en az da tutabilmek için, o bölgeye buz koyacağız, günde dört-beş kez ve onar dakika. Ve kesin dirsek istirahati . Dördüncü gün ilaçlar, enjeksiyonlar, fizik tedavi, dirsek bandı devreye girebilir. Eğer dikkat ederseniz, sadece istirahat ve doğru hareketle, bunların hiç birisine gerek kalmadan kendi kendinizi tamir edersiniz.
Uyaranları devreden çıkarıp, yogadaki gibi düşüncesiz bir ortam oluşturabilirseniz, karşınızdakinin beynini okuyabilirsiniz.
Şimdi beynimizi düşünelim, sol yarısını, konuşmalarımızı denetleyen bir bölüm var, hemen onun yanında neler varmış meğer. Burada bir takım nöronlar keşfedilmiş, nöronlar yani sinir hücreleri, daha yeni sayılır 1990 larda, İtalyan bir bilim adam keşfetmiş. Nörobilimci Giacomo Rizzolatti.
Aynaya bakar gibi
Beynin çok karışık, elektriksel bir işleyişi var, konumuz o değil. Bahsi geçen nöronlar belli işleri yaparken aktif hale geliyorlar, bunda şaşacak bir şey yok, nöron benim, hareket benim, kime ne diyebilirsiniz. Ama bu nöronlar, bir başkası da aynı işi yaparken aktif hale geçiyorlar. Bu hücreler için, görmekle yapmak aynı şey oluyor, birisini bir şey yaparken görünce kendi yapıyormuş gibi aktive oluyor. Bu nöronlara, ayna nöronlar deniyor.
Neden böyle hissediyoruz?
Biz farkında olmadan başkalarını taklit etmemizi, aynı duyguları hissetmemizi, onların yaptıklarını sanki kendimiz yapıyormuş gibi tepki göstermemizi sağlıyorlarmış. Ayna nöronların bulunduğu nöron grupları bilinç dışındalarmış. Yani denetleyemiyorsunuz. Mantık süzgeci işlemiyor bunlara. Örnekleri pek çok, esneyenle esneyip, kaşınanla kaşınıyoruz, birisi katıla katıla gülmeye başladı mı, bir süre sonra eşlik ediyoruz, yemek yiyenleri görünce ağzımız sulanıyor. Ve ortamdaki üzüntü, gerginlik, neşe size eş duyguları getiriyor. Herkes de aynı şekilde değil belki ama üç aşağı beş yukarı benzer. Mesela üzüntü veren neyse artık, bir kedinin ölümü diyelim, bir kişinin kedisi ölmüş, son derece üzgün, siz kedi sevmiyorsunuz, ya da kayıtsızsınız, dolayısıyla da onun ölümüyle ilgili bir duygunuz olmasa bile karşıdakinin üzüntüsü eş duygu olarak size geçiyor. Bir örnek de evden olsun, koca maç seyrediyor, son derece heyecanlı, tuttuğu takım penaltı atacak, karısı futboldan hiç hoşlanmıyor, kurallarını anlamıyor, üstelik diğer odada, penaltı öncesi kocanın hissettiği gerginlik ve heyecan kadına eş duygu olarak geçiyor. Politikacılar bu nöronlarımızı tepe tepe kullanıyorlar, çoğumuz onun için koyun gibiyiz diyoruz ya. Beyin yıkama programlarında da en aktif nöronlar bunlar sanırım. Savaşlarda, koskoca orduların neredeyse tamamının eş duygu içinde olması böyle sağlanıyor olabilir. Tabii o kadar yeni keşfedilmişler ki, hangi davranışımız için bu nöronlar aracı oluyor, uzun araştırma konuları. Yine yapılan bir çalışmada, Down sendromlularda, ayna nöronların olmadığı tespit edilmiş.
Yok artık
Başka bir çalışma yapmışlar, karşınızda birisine masaj yapılıyor, siz seyrediyorsunuz,kısa süreli bir rahatlık hissederken, birden bu duygu kayboluyor. Meğer, ayna hücreler masajı görüyor, size yapılmış gibi karşı rahatlık duygusunu hissettirecekken, derideki reseptör denilen uyarıcı hücreler devreye girip, dur rahatlama, sana dokunulmadı diyorlarmış. Yani insan derisi bir bariyer görevini görüyor, araştırmacılar bu deri hücrelerini anestezi ile devre dışı bırakmışlar. Ve sonuç, karşıdakine dokunuyorlar, dokunmayı hissediyorsunuz. Bütün bu çalışmalardan sonra gelinen nokta şu; Uyaranları devreden çıkarıp, yogadaki gibi düşüncesiz bir ortam oluşturabilirseniz, karşınızdakinin beynini okuyabilirsiniz. Nasıl bir bilinç ağıyla bağlıysak birbirimize?
Alfred Hitchcock pek çok filmini burada tasarlamış, hatta çekmiş.
Hep, az plan yapıp, az eşya alıp, az para harcayıp çok yer gezebilmek isterdim. Var mı böyle bir seyahat şekli? Evet var....Bir kaç yıl önce kızlarımla beraber, Dalmaçya kıyılarını dolandık, işte bu yöntemle, az plan-az eşya-az para. Booking'den ucuz uçak biletleri, pansiyonlar bulduk. Dubrovnik, Split ve Zadar'a gittik. Dubrovnik turist dolu, Split eh bir derece ama Zadar henüz tur programlarına konmamış, rahat gezilebilir halde. Ya araba kiralayacaksınız, ya da otobüsle seyahat edeceksiniz. Biz, az para şartına uyduk ve hep otobüs kullandık. Zadar garajı şehrin dışında, üçüncü sınıf bir Anadolu kenti görünümünde, neyse taksi bol ve ucuz. Burada da tüm diğer şehirlerdeki gibi bir 'old city' denilen kısım var. Ama diğer şehirlere nazaran sönük kalıyor, plajlarının da diğer plajlardan üstünlüğü yok. Beş yıl öncesine kadar da, turizm konusunda diğerlerine göre çok gerideymiş.
Sesler ve renkler
İşte hal böyleyken, belediye düşünmüş ve ilanlar vermiş, ilginç projeler üretin demiş. 2008 de bir endüstriyel tasarımcı iki proje sunmuş. İkisi de kabul edilmiş ve yan yana yapılmış. Sea organ ( deniz orgu) bir kanallar sistemi, dalgalara ve rüzgara açık burundan başlayıp içeriye doğru labirent şeklinde borular yerleştirilmiş, sular kanallardan geçerken inanılmaz sesler çıkarıyor. Bir diğeri ' Greetings the sun' bir solar disk, güneş enerjisinin görüntüsel şekli gibi bir şey, gün battıktan sonra, disk üzerinde gök kuşağı renkleri saatlerce oynaşıyor.
Hitchcock ve gün batımı
Alfred Hitchcock pek çok filmini burada tasarlamış, hatta çekmiş. Rivayete göre dünyadaki en güzel gün batımının, şu anda ses ve renklerin beraber dans ettiği bu burunda olduğunu söylemiş. Gerçekten söylemiş mi, bilemem ama eğer yolunuz Hırvatistan'a düşerse Zadar'ı görün derim. Bir de Türklerden korunmak için yaptıkları surların dibinde, sıra sıra şık restoranlar var. Birisinde oturduk, adı Fosa restorandı, surlara bakarak ahtapotlu, beyaz şaraplı harika bir gece geçirdik. Oraya da gidin derim, manzara muhteşem, garsonlar kibar, her şey çok lezzetliydi.
Hep, az plan yapıp, az eşya alıp, az para harcayıp çok yer gezebilmek isterdim. Var mı böyle bir seyahat şekli? Evet var....Bir kaç yıl önce kızlarımla beraber, Dalmaçya kıyılarını dolandık, işte bu yöntemle, az plan-az eşya-az para. Booking'den ucuz uçak biletleri, pansiyonlar bulduk. Dubrovnik, Split ve Zadar'a gittik. Dubrovnik turist dolu, Split eh bir derece ama Zadar henüz tur programlarına konmamış, rahat gezilebilir halde. Ya araba kiralayacaksınız, ya da otobüsle seyahat edeceksiniz. Biz, az para şartına uyduk ve hep otobüs kullandık. Zadar garajı şehrin dışında, üçüncü sınıf bir Anadolu kenti görünümünde, neyse taksi bol ve ucuz. Burada da tüm diğer şehirlerdeki gibi bir 'old city' denilen kısım var. Ama diğer şehirlere nazaran sönük kalıyor, plajlarının da diğer plajlardan üstünlüğü yok. Beş yıl öncesine kadar da, turizm konusunda diğerlerine göre çok gerideymiş.
Sesler ve renkler
İşte hal böyleyken, belediye düşünmüş ve ilanlar vermiş, ilginç projeler üretin demiş. 2008 de bir endüstriyel tasarımcı iki proje sunmuş. İkisi de kabul edilmiş ve yan yana yapılmış. Sea organ ( deniz orgu) bir kanallar sistemi, dalgalara ve rüzgara açık burundan başlayıp içeriye doğru labirent şeklinde borular yerleştirilmiş, sular kanallardan geçerken inanılmaz sesler çıkarıyor. Bir diğeri ' Greetings the sun' bir solar disk, güneş enerjisinin görüntüsel şekli gibi bir şey, gün battıktan sonra, disk üzerinde gök kuşağı renkleri saatlerce oynaşıyor.
Hitchcock ve gün batımı
Alfred Hitchcock pek çok filmini burada tasarlamış, hatta çekmiş. Rivayete göre dünyadaki en güzel gün batımının, şu anda ses ve renklerin beraber dans ettiği bu burunda olduğunu söylemiş. Gerçekten söylemiş mi, bilemem ama eğer yolunuz Hırvatistan'a düşerse Zadar'ı görün derim. Bir de Türklerden korunmak için yaptıkları surların dibinde, sıra sıra şık restoranlar var. Birisinde oturduk, adı Fosa restorandı, surlara bakarak ahtapotlu, beyaz şaraplı harika bir gece geçirdik. Oraya da gidin derim, manzara muhteşem, garsonlar kibar, her şey çok lezzetliydi.