Maurice Ravel, İspanya Fransa sınırında küçük bir köyde doğmuş. Ben doğmadan yirmi yıl önce de ölmüş. Onunla çok yağmurlu bir Ankara akşamında tanıştım. O yıllarda televizyon yeni, tek kanal ve haftada üç gün yayın yapıyor. Bilgisayar ve internetin hayali bile yok. Ama radyo var. Müzik, haber, tiyatro her ihtiyacı gideren dost, can yoldaşı radyo. Ben de çocukluktan genç kızlığa adım atmışım, Ankara İl radyosu dinliyorum, aynı zamanda ders çalışıyorum. Duyduğum melodiyle birden dondum kaldım, müzik bitti, spiker Ravel'den Bolero'yu dinlediniz dedi. Ve yıllar içinde defalarca dinledim. Bir dizi aynı notanın farklı gamlarda çalınmasıyla yazılmış bu eser. Hatta bir kadın izleyici dinleyip ''Delice'' demiş. Ravel' de ''İşte eserimi anlayan birisi'' diye cevaplamış. Ravel ve Debussy birbirlerini karşılıklı etkilemişler. Aynı meslekten olanların birbirlerini etkilemesi normal olsa gerek. Ama bir ressam da Ravel'in notalarına girmiş. Ravel besteye başlamadan önce saatlerce Monet tablosu seyredermiş. İşte bu dünyaca ünlü Ravel, henüz Paris Konservatuvarında okurken 'Roma Ödülü' diye bir ödülü alabilmek için defalarca başvurmuş. Son girdiği yarışmada ilk elemede elenince okulu bırakmış. Gücenmiş, küskünleşmiş olacak ki, yıllar sonra Fransız Hükümeti'nin kendisine verdiği Legion d'Honneur ödülünü reddetmiş. Ravel'in hayatı da pek çok diğer sanatçı gibi ilginç. Annesi Basklı, 1. Dünya Savaşında ambulans şöförü olarak savaşa katılmış. Ellili yaşlarında bir nörolojik sorun başlamış, kasları erimiş, kelimeleri unutmuş. İşte tam da bu sorunları başladığı zaman bir konçerto bestelemiş. Savaşta sağ kolunu yitiren dostu Avusturyalı bir piyanist ( Paul Wittgenslein) için sol el piyano konçertosu. Dinledim çok güzel. Dinleyin, hatta bundan sonra Ravel'i bir Monet tablosunu seyrederek dinleyin.http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/45465/maurice-ravel-sol-el-icin-piyano-koncertosu
Eski Cami'nin yazısı, Üç şerefeli'nin kapısı, Selimiye'nin yapısı mutlaka görülmeli demiş gezginler. Buraları görmeden ölünmemeli.
Günübirlik bir kente gidiyorsanız, oraya yakın olmalısınız. İstanbul, Edirne'ye yakın. Erken yola çıkmalısınız. Arabamız tam sabah yedide hareket etti. Üşümeyi, terlemeyi, yorulmayı, ayakların isyanını göze almalısınız. Bunlara da tamam dedim ve üç buçuk saat süren bir yola revan olduk. Otobüs Çorlu'da mola verdi, rehberimiz mola öncesi aramızdaki hanımefendilerin ihtiyacı olabilir duralım dedi. Bazen çevredeki herkesin hekim olduğunu varsayıyorum herhalde, biz hekimler beraberken kuralsız konuşuruz biraz. Ben de rehbere, beyefendiler ne yapacaklar, onlar için de orman kenarında mı duracaksınız dedim. Neyse kadın, erkek ihtiyaç molası sonrası neşeli, fıkralı, eğlenceli bir Edirne girişi yaşadık.
Bir dünya mirası Selimiye
Edirne'ye hoşgeldiniz yazısının yanından bile görünüyor Selimiye. Mimar Sinan'ın 2. Selim ( Sarhoş Selim, Sarı Selim) için yaptığı camii. Gerçi Selim'in ömrü vefa etmemiş, bitmiş halini görmemiş. Selimiye Camisi bir Selatin camisi. Selatin camisini sadece Sultanlar yaptırabiliyormuş ve kullanılan para devletin parası olmayacakmış, ya savaş ganimeti olacak ya da sultanın kendi parası olacak. İşte Selimiye Kıbrıs'ın fethinde elde edilen ganimetle yapılmış. O kadar çok mimari özellik var ki, bunlar ayrıntı ama rehberin dediğine göre Ayasofya dahil, hiç bir tapınakta böyle bir tek kubbe yok. Yaparken Mimar Sinan seksen yaşındaymış ve bilindiği gibi ustalık eserim demiş buraya. Dünya mimarlık tarihinin baş yapıtlarından sayılan bu yapı kesinlikle görülmeli. Zaten Unesco Dünya Mirası Listesinde yer alıyor. İçi muhteşem, boydan boya İznik çinileri ile döşeli, taşlar birçok yerden gelmiş, Kıbrıs'dan, Kavala'dan, Edirne'den. Hatta Mimar Sinan'ın yazdıklarında Kıbrıs'dan ve Atina'dan getirilen sütunlar için Mısır hazinesi kadar para harcandı yazmaktaymış. Pek çok süslemede diğer inanışlarda da kullanılan sihirli halka çarkı felekler var. Sonsuzluk isteğini anlatan bu ifade,inanış ayırt etmiyor demek ki. Kök boyalı ahşaplar, rivayete göre Sinan'ın ölen torunu için yapılan ters ve renksiz lale, sultan mahfilinden çalınan elma çinileri ( 1878 Osmanlı-Rus harbin'de sökülüp çalınan çiniler şu anda Saint Petersburg'da müzede sergilenmekteymiş).........Öyle çok Selimiye hikayesi var ki.
Gez gez bitmeyen Edirne
Bunların dışında görülmesi gerekenler, 2. yüzyıldan kalma Hadrian kulesi, şu anda da kullanılan 1890 da yapılmış Selçuklu mimarisinin zerafetini taşıyan Edirne Belediye binası ( ki bu binada Sultan Reşat, Rus çarı, Bulgar kralı kalmışlar), Fatih'in büyük halasının kurduğu Fatma Hatun mahallesi, Şükrü Paşa anıtı (Zavallı Paşa Bulgar saldırılarına karşı şehri bir ay savunması istenmiş ama söz verilen yardım gelmemiş, buna rağmen Paşa şehri beş buçuk ay savunmuş, açlık başlamış, erzak tükenmiş, o da şehrin anahtarını Bulgarlara vermiş, İstanbul'a dönünce de teslim oldun diye cezalandırılmış), Avrupa'nın en büyük Sinagogu ( yeni restore edilmiş ve özel izinle gezebildik) Edirne Tren İstasyonu( Şu anda Trakya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi) Fakültenin önünden dümdüz aşağı yürüyünce karşımıza üç değişik boyda diktörtgen taşın oluşturduğu Lozan Anıtı çıkıyor. Taşlardan uzun olanı Anadolu,orta boyda olanı Trakya, en kısa olanı da Lozan anlaşmasıyla kazandığımız Karaağa'cı simgeliyormuş.Yunanistan Lozan anlaşmasıyla Karaağacı savaş tazminatı olarak bize vermiş. Sular içinde bir şehir Edirne,Meriç ve Tunca nehirleri, bunların kolları orada burada akıyor. Biz gitmeden bir kaç gün önce Bulgaristan baraj kapaklarını açtığı için nehirler taşmıştı. Yolları su bastığı için tarihi köprüleri araç trafiğine açmışlar, böylece o köprülerden geçme fırsatımız oldu. Ama aynı nedenle Kırkpınar güreş alanını gezemedik, sulardan oralara geçemedik.
En batıdaki başkent
Edirne doksan iki yıl Osmanlı'ya başkentlik yapmış. Başkent İstanbul olduktan sonra da Sultanlar Edirne'yi hep sevmişler. Avlanmaya, saklanmaya, dinlenmeye, beklemeye....her nedenle gelip kalmışlar. Sultan gelir de, nerede kalır? Sarayda tabi, Edirne'de bir saray olmalıydı ama yok. daha doğrusu kalıntıları var, bir kule ve mutfak kısmı kalmış günümüze. Balkan savaşları sırasında sarayın içine silah ve cephanelik doldurulmuş. Fakat işler beklendiği gibi gitmeyince, Osmanlı yenilip çekilmek zorunda kalınca, cephaneleri patlatmışız, sarayımızı kendimiz yıkmışız yani.
Beyazıt Külliyesi ve Sağlık Müzesi
1488 de 2. Beyazıt yaptırmış, Külliye'nin en önemli bölümü şifahanesi ve tıp medresesi. 400 yıl aralıksız her türlü hastaya şifa dağıtmış. 1878 Osmanlı-Rus savaşı sonrası sadece ruh hastalıkları için kullanılmış.Geçmişte hastaların müzik, su sesi ve güzel kokularla tedavi edildikleri bir tarihi mekân burası. 1997 de Trakya Üniversitesi tarafından Sağlık Müzesi olarak düzenlenmiş. Selimiye'den sonra Edirne'de en çok ziyaret edilen ikinci mekanmış ve 2004 de Avrupa Konseyi müze ödülünü almış
Neler Yedim
Selimiye'nin çevresi külliyenin diğer yapılarıyla çevrili tam yanında benzer mimaride daha sonra eklenmiş Arasta var, Arasta ve Rüstem Paşa çarşısı sıra sıra rengarenk dükkanlarla dolu. Buranın olmazsa olmazı, badem ezmesi, kavala kurabiyesi ( bademli, tereyağlı, küçük hilaller şeklinde un kurabiyesi), kallavi kurabiye( şam fıstığı, bal ve zerdeçal karışımı acı badem kurabiyesinin benzeri), şekerlemeler ve lokumlar. Edirne'nin hediyeliği bunlar, hepsinden aldım tabi, kalori hesabı yapmadan da yedim. Karaağaç'da Meriç Nehrinin kıyısında sıra sıra yemek yiyebileceğiniz mekanlar var. Biz Lalezar' da yedik. Tabi ki Edirne'nin ünlü tava ciğerini yedik. Yağmurlardan mı, yoksa baraj kapakları açıldığı için mi bilmem Meriç'in suları bulanıktı. Ciğer güzeldi, biraz yağlı ve ağır bir yiyecek ama kırk yılda bir olur bu kadar dedim ve yedim.
Tamı tamına 2235 metre yüksekliğiyle tüm Türkiye'ye yukarıdan bakan şehir
Hep aklımdaydın Kars...... Uzak, vaktim yok, param az....aman vakit var, para var ama gidecek başka yer mi yok diye bahaneler ürettim nicedir. Sonra aniden karar verdim. Hayatım zaten ani kararlarla dolu, gezilerim de hep öyle.
Otobüsle de gidilebilir ama vakit kıt olunca mecburen uçak kullandım. Kars'a sadece THY gidiyor. Rötarsız, rahat bir yolculuktu, iki saatte ülkemi bir uçtan diğer uca katettim. Yalnız ve güzel ülkem diyor ya sinemacı, aynen öyle, yukarıdan öyle güzel ve yalnız görünüyor ki. Kars Hava Alanı’nın mimarisini çok beğendim. Tertemiz, küçük ama işlevsel. Ve valizimi alıp kapıdan dışarıya çıkınca, Doktor Jivago'nun filminde bir sahneye adım atacağımı mı sandım ne? İlk bakış hayal kırıklığı oldu, bomboş bir alan, sadece kenarlarda kalmış, erimeye yüz tutmuş karlar. Rehberimizle beraber on iki kişiyiz. Bazen rehbersiz, grupsuz gezerim ama süre kısa olunca programlı bir gezi daha iyi oluyor. Grup üyeleri ayak üstü tanıştık, pozitif enerji dolu, konuşkan ve gezmiş görmüş, bilgili bir grup insanla olmanın rahatlığıyla hava alanından Kars'a doğru yola çıktık. Hani turlarda panoramik şehir turu diye bir gezdirme şekli vardır ya. Her tur için bu panorama değişiktir. Hava alanı otel arası hangi güzergahsa al sana panorama. İşte bu tur da böyle olmadı. Hava alanından sonraki ilk güzergahımız Kars Kalesi’ydi. Kale 1150 de Selçuklular zamanında yapılmış. Timurlenk yıkmış, 3. Murat tekrar yapmış. Üç kapısı varmış , biz kapılardan birisinden girip içeriye göz attık. Kaleden şehre doğru bakınca Namık Kemal evini, Selçuklu ve Osmanlı hamamlarını, on iki havari kilisesini, Fethiye Camisini kolayca görebiliyorsunuz. Kaleden inip, (ki bu inme, eğer benim gibi karlı buzlu bir mevsimde gittiyseniz, başlı başına bir dikkat gerektiriyor) uzaktan gördüklerimizi tek tek dolaştık. Rehberimiz o denli bilgili ve konuşkan ki, gerçekler, efsaneler, yaşam öyküleriyle dolu doluyuz. Sanki yüz yıllardır Kars’daymışız gibi. Kaleden bakarken, Kars Çayı'nın hemen kenarında,yan yatmış dikdörtgene benzeyen, sarı bir ev gördük, İşte burası Namık Kemal evi, aslında dedesinin eviymiş, dede Kars'da üst dereceli bir memurken, Namık Kemal henüz üç-dört yaşlarında bir kaç yıl bu evde yaşamış. Kars çayının üstünde bir taş köprü ve köprüden hemen önce hamamlar var. Köprüyü Selçuklular yapmış, sonra üstü defalarca onarılmış da, ayaklar sapasağlam. Rehberimiz taş köprülerin ayaklarını yapmayı anlattı, son derece ilginç, onu da bir başka yazımda anlatırım. Hamamlar yıkıntılık, kubbeler sağlam ama kullanılmıyor tabi, hamamlardan birisini, Kars Ruslardayken Puşkin çok severmiş, onun için ona Puşkin hamamı diyorlar.
Hamamlardan ve köprüden tam aksi yöne yürüyünce, On iki havari kilisesi, eski adıyla Lewski Katedrali- yeni adıyla Fethiye cami ve Mevlana'nın hocalarından birisi Hasan Harakani'nin türbesi var. Biz de sırayla tümünü dolaştık. On iki havari kilisesi ( Havariler kilisesi, Kümbet Camisi) 10. yüzyılda Bagratlı krallığı zamanında yapılan bir Ermeni-Gürcü kilisesi, Toprağın sahipleri değiştikçe bir cami, bir kilise olup durmuş, sonra bir ara müze görevi görmüş. Asıl yapılma nedeni ibadetten çok, hristiyanlık için kutsal on iki havarinin anılması. Zaten kümbetin hemen alt kenarlarında on iki havariyi kabartmalarda resmetmişler.
Fethiye camisi, Rusların Kars işgali sırasında yapılmış, sonra camiye devşirilmiş, dışından çok zarif,
baltık mimarisi ile yapılmış harika bir görüntü, içinin de fotoğrafını çektim, iç ve dış uyum hakkında siz karar verin artık.
Konar göçer geçmişimizden mi, ekonomik nedenlerle mi, estetik kaygılarımızın olmamasından mı , ya da başka bir nedenden mi bilemiyorum, mimarlarımız gücenmesin ama binalarımız çok çirkin. İşte Kars'ta da, bizim yaptığımız çirkinlerle, 1877-1920 arasında süren Rus işgali esnasında yapılan güzeller yan yana. Gerçi bakılmadığı, kullanılmadığı, korunmadığı için çoğu yok olmuş. Şu anda yüzün biraz üzerinde aktif kullanılan, kısmen aslına uygun restore edilmiş baltık güzeli bina var. Bir çok resmi daire, askeri alanlar, kimi özel kuruluşlar bu binalara yerleşmişler. Cheltikov ( Çeltikov) konağı bunlardan birisi. Burasını1880 de, Rus asilzadelerinden Çeltikov ailesi kendilerine ev olarak yapmış. 1.Dünya savaşı sırasında, evlerini Rus hükümetine hediye ederek Amerika'ya göç etmişler. Kurtuluş Savaşı sonrası, hekimhane, doğumevi , opera binası olarak kullanılmış. sonrasında terk edilmiş ve metruk bir şekilde tinercilere yuva olmuş, ta ki Karslı bir iş adamı, burayı işletmek isteyinceye kadar. 1. derece sit alanı olduğu için izin alma süreçleri ve restorasyon tam 14 yıl sürmüş ve sonuçta bizim de kaldığımız Çeltikov Butik Oteli meydana çıkmış. Dünya güzeli, rüya gibi, masal gibi bir otel, sıcacık, rahat, misafirperver.....
Tur olur da, müze gezilmez mi? Kars Müzesini de dolaştık tabi. Bilindik müze düzeni, arkeolojik sıralandırmaya göre buluntular dizilmiş, iki katlı bir müze, üst katında etnoğrafik değerler sergileniyor. Yine o her bir şeyin tarihini, efsanesini çok iyi bilen rehberimiz, tüm buluntuları ince ayrıntı anlattı. İki şey var ki çok ilginçti. Buzul çağının sonunda yani iki milyon yıl önce yaşamış bir dinozora ait ayak bilek kemiği ( Kağızman dağlarında bulunmuş) ve müze bahçesinde sergilenen, bir vagon. Kazım Karabekir Paşaya 1921 Kars anlaşması sırasında Rusların iyi niyet göstergesi olarak armağan ettiği Beyaz Vagon.
Kars sokak heykelleriyle ünlüymüş. Ünlüymüş diyorum, şu anda da bir çok heykel var. Kara taassubun kendilerini yok etmesini bekliyorlar. Halen var olanlar ve olamayanlar şöyle...
Otobüsle de gidilebilir ama vakit kıt olunca mecburen uçak kullandım. Kars'a sadece THY gidiyor. Rötarsız, rahat bir yolculuktu, iki saatte ülkemi bir uçtan diğer uca katettim. Yalnız ve güzel ülkem diyor ya sinemacı, aynen öyle, yukarıdan öyle güzel ve yalnız görünüyor ki. Kars Hava Alanı’nın mimarisini çok beğendim. Tertemiz, küçük ama işlevsel. Ve valizimi alıp kapıdan dışarıya çıkınca, Doktor Jivago'nun filminde bir sahneye adım atacağımı mı sandım ne? İlk bakış hayal kırıklığı oldu, bomboş bir alan, sadece kenarlarda kalmış, erimeye yüz tutmuş karlar. Rehberimizle beraber on iki kişiyiz. Bazen rehbersiz, grupsuz gezerim ama süre kısa olunca programlı bir gezi daha iyi oluyor. Grup üyeleri ayak üstü tanıştık, pozitif enerji dolu, konuşkan ve gezmiş görmüş, bilgili bir grup insanla olmanın rahatlığıyla hava alanından Kars'a doğru yola çıktık. Hani turlarda panoramik şehir turu diye bir gezdirme şekli vardır ya. Her tur için bu panorama değişiktir. Hava alanı otel arası hangi güzergahsa al sana panorama. İşte bu tur da böyle olmadı. Hava alanından sonraki ilk güzergahımız Kars Kalesi’ydi. Kale 1150 de Selçuklular zamanında yapılmış. Timurlenk yıkmış, 3. Murat tekrar yapmış. Üç kapısı varmış , biz kapılardan birisinden girip içeriye göz attık. Kaleden şehre doğru bakınca Namık Kemal evini, Selçuklu ve Osmanlı hamamlarını, on iki havari kilisesini, Fethiye Camisini kolayca görebiliyorsunuz. Kaleden inip, (ki bu inme, eğer benim gibi karlı buzlu bir mevsimde gittiyseniz, başlı başına bir dikkat gerektiriyor) uzaktan gördüklerimizi tek tek dolaştık. Rehberimiz o denli bilgili ve konuşkan ki, gerçekler, efsaneler, yaşam öyküleriyle dolu doluyuz. Sanki yüz yıllardır Kars’daymışız gibi. Kaleden bakarken, Kars Çayı'nın hemen kenarında,yan yatmış dikdörtgene benzeyen, sarı bir ev gördük, İşte burası Namık Kemal evi, aslında dedesinin eviymiş, dede Kars'da üst dereceli bir memurken, Namık Kemal henüz üç-dört yaşlarında bir kaç yıl bu evde yaşamış. Kars çayının üstünde bir taş köprü ve köprüden hemen önce hamamlar var. Köprüyü Selçuklular yapmış, sonra üstü defalarca onarılmış da, ayaklar sapasağlam. Rehberimiz taş köprülerin ayaklarını yapmayı anlattı, son derece ilginç, onu da bir başka yazımda anlatırım. Hamamlar yıkıntılık, kubbeler sağlam ama kullanılmıyor tabi, hamamlardan birisini, Kars Ruslardayken Puşkin çok severmiş, onun için ona Puşkin hamamı diyorlar.
Hamamlardan ve köprüden tam aksi yöne yürüyünce, On iki havari kilisesi, eski adıyla Lewski Katedrali- yeni adıyla Fethiye cami ve Mevlana'nın hocalarından birisi Hasan Harakani'nin türbesi var. Biz de sırayla tümünü dolaştık. On iki havari kilisesi ( Havariler kilisesi, Kümbet Camisi) 10. yüzyılda Bagratlı krallığı zamanında yapılan bir Ermeni-Gürcü kilisesi, Toprağın sahipleri değiştikçe bir cami, bir kilise olup durmuş, sonra bir ara müze görevi görmüş. Asıl yapılma nedeni ibadetten çok, hristiyanlık için kutsal on iki havarinin anılması. Zaten kümbetin hemen alt kenarlarında on iki havariyi kabartmalarda resmetmişler.
Fethiye camisi, Rusların Kars işgali sırasında yapılmış, sonra camiye devşirilmiş, dışından çok zarif,
baltık mimarisi ile yapılmış harika bir görüntü, içinin de fotoğrafını çektim, iç ve dış uyum hakkında siz karar verin artık.
Konar göçer geçmişimizden mi, ekonomik nedenlerle mi, estetik kaygılarımızın olmamasından mı , ya da başka bir nedenden mi bilemiyorum, mimarlarımız gücenmesin ama binalarımız çok çirkin. İşte Kars'ta da, bizim yaptığımız çirkinlerle, 1877-1920 arasında süren Rus işgali esnasında yapılan güzeller yan yana. Gerçi bakılmadığı, kullanılmadığı, korunmadığı için çoğu yok olmuş. Şu anda yüzün biraz üzerinde aktif kullanılan, kısmen aslına uygun restore edilmiş baltık güzeli bina var. Bir çok resmi daire, askeri alanlar, kimi özel kuruluşlar bu binalara yerleşmişler. Cheltikov ( Çeltikov) konağı bunlardan birisi. Burasını1880 de, Rus asilzadelerinden Çeltikov ailesi kendilerine ev olarak yapmış. 1.Dünya savaşı sırasında, evlerini Rus hükümetine hediye ederek Amerika'ya göç etmişler. Kurtuluş Savaşı sonrası, hekimhane, doğumevi , opera binası olarak kullanılmış. sonrasında terk edilmiş ve metruk bir şekilde tinercilere yuva olmuş, ta ki Karslı bir iş adamı, burayı işletmek isteyinceye kadar. 1. derece sit alanı olduğu için izin alma süreçleri ve restorasyon tam 14 yıl sürmüş ve sonuçta bizim de kaldığımız Çeltikov Butik Oteli meydana çıkmış. Dünya güzeli, rüya gibi, masal gibi bir otel, sıcacık, rahat, misafirperver.....
Tur olur da, müze gezilmez mi? Kars Müzesini de dolaştık tabi. Bilindik müze düzeni, arkeolojik sıralandırmaya göre buluntular dizilmiş, iki katlı bir müze, üst katında etnoğrafik değerler sergileniyor. Yine o her bir şeyin tarihini, efsanesini çok iyi bilen rehberimiz, tüm buluntuları ince ayrıntı anlattı. İki şey var ki çok ilginçti. Buzul çağının sonunda yani iki milyon yıl önce yaşamış bir dinozora ait ayak bilek kemiği ( Kağızman dağlarında bulunmuş) ve müze bahçesinde sergilenen, bir vagon. Kazım Karabekir Paşaya 1921 Kars anlaşması sırasında Rusların iyi niyet göstergesi olarak armağan ettiği Beyaz Vagon.
Kars sokak heykelleriyle ünlüymüş. Ünlüymüş diyorum, şu anda da bir çok heykel var. Kara taassubun kendilerini yok etmesini bekliyorlar. Halen var olanlar ve olamayanlar şöyle...
Kars’ın bir adım öteleri
Pek çok yer vardır tabi ama üç günlük geziye çevreden ancak Ani harabelerini, Çıldır gölünü ve Sarıkamış'ı sığdırabildik. Ani, tam Ermenistan sınırında, merkeze 48 km. mesafede Arpaçay'ın kıyısında, 961-1045 yılları arasında Ermeni Hükümdarlığı'nın baş kenti olmuş. Tam bir buçuk saat, bıçak gibi kesen bir rüzgarda tüm Ani'yi dolaştık. Ermenilere ait bu şehre, 1001 kilise şehri, kırk kapılı şehir demişler bir zamanlar. Hemen yanında keşfi 1880 lere uzanan bir yeraltı şehri de var. Biz burayı yukarıdan gördük, 823 yapı ve mağara bulunmuş halen. Ani'de de sekiz kilise, bir selçuklu camisi, bir selçuklu sarayı var ve o ünlü ipek yolunun güzergahı .....
Ani sonrası, Çıldır'a gitmek için kuzeye doğru yöneldik, Yolculuk iki saat sürdü, sürekli yokuş çıktık, hava biraz daha sertleşti, yol bozuldu ve grup olarak o çok istediğimiz şey oldu, kar arttı, her taraf bembeyaz. Hatta o kadar beyaz ki, rehberimiz, sol tarafınızda gördüğünüz, Çıldır Gölü diyor, bembeyaz bir boşluk. Yani göl buz tutmuş......

Ve merkezden 55 km. uzaklıktaki Sarıkamış. Hepimizde bir hüzün, rehberimiz savaşı anlatırken ağladı. Şehitlik ziyareti sonrası, eski ve yeni Sarıkamış'ı, askeri alanları, oteller bölgesini, kayak pistlerini, Katerina av köşkü'nü gördük..
Yaşama dair her şey ve Kars
Kaldığım süre o kadar kısaydı ki, sosyolojik çıkarımlar yapacak gözlemlerim yok tabi. Her Karslıyla konuşmaya çalıştım, her kelimeden anlam çıkardım. Bir çok etnik yapıyı içinde barındırıyor. Karslıyım demiyorlar, Kars'ta terekemeler, yerliler, azeriler, türkler, kürtler, malakanlar var. Mahalleleri, kahvehaneleri ayrı değilmiş, birbirlerine kız alıp veriyorlar, birbirlerini ti ye alan fıkraları var. Şimdilik şiddet yok, ayrışma, bölüşme yok. Yemekler çok lezzetli, özellikle kaz yemekleri, olağanüstü lezzetli peynir çeşitleri, tereyağı, kaymak, kara kovan ballar, Çıldır gölü'nün sarı sazanı........
Gece müzik yapan yerler çokmuş. Biz ilk gece Karstore'a gittik. Kars Kafkas Üniversitesi Konservatuvarı'nın, öğrencilerinden oluşan bir grup, Kars peynirleri, sıcak şarap eşliğinde bir müzik ziyafeti sundu. Diğer gece otelimizin bir organizasyonu vardı, Kafkas oyunları ekibi, ateş başında akordion ve kestane , dilek balonları uçurma....Sadece eksik kalan aşık atışmaları oldu. Zaman yetmedi
Ve....Kars'ın güzel insanları....
Teşekkürlerim kimlere gitsin???
1-Antonina Turizm http://www.antoninaturizm.com/
2-Bilgili, güleryüzlü,efendi,entellektüel,sakin rehberimiz Davut Oğuzcan
3-Şöförümüz Sevdakar
4-Cheltikov Otel çalışanları
5-Neşeli, anlayışlı, gezmeyi bilen yol arkadaşlarım
6-Ben evde yokken kediye ( Lokum) ve köpeğe( Leo) bakmayı üstlenen oğlum ve kızım
Pek çok yer vardır tabi ama üç günlük geziye çevreden ancak Ani harabelerini, Çıldır gölünü ve Sarıkamış'ı sığdırabildik. Ani, tam Ermenistan sınırında, merkeze 48 km. mesafede Arpaçay'ın kıyısında, 961-1045 yılları arasında Ermeni Hükümdarlığı'nın baş kenti olmuş. Tam bir buçuk saat, bıçak gibi kesen bir rüzgarda tüm Ani'yi dolaştık. Ermenilere ait bu şehre, 1001 kilise şehri, kırk kapılı şehir demişler bir zamanlar. Hemen yanında keşfi 1880 lere uzanan bir yeraltı şehri de var. Biz burayı yukarıdan gördük, 823 yapı ve mağara bulunmuş halen. Ani'de de sekiz kilise, bir selçuklu camisi, bir selçuklu sarayı var ve o ünlü ipek yolunun güzergahı .....
Ani sonrası, Çıldır'a gitmek için kuzeye doğru yöneldik, Yolculuk iki saat sürdü, sürekli yokuş çıktık, hava biraz daha sertleşti, yol bozuldu ve grup olarak o çok istediğimiz şey oldu, kar arttı, her taraf bembeyaz. Hatta o kadar beyaz ki, rehberimiz, sol tarafınızda gördüğünüz, Çıldır Gölü diyor, bembeyaz bir boşluk. Yani göl buz tutmuş......

Ve merkezden 55 km. uzaklıktaki Sarıkamış. Hepimizde bir hüzün, rehberimiz savaşı anlatırken ağladı. Şehitlik ziyareti sonrası, eski ve yeni Sarıkamış'ı, askeri alanları, oteller bölgesini, kayak pistlerini, Katerina av köşkü'nü gördük..
Yaşama dair her şey ve Kars
Kaldığım süre o kadar kısaydı ki, sosyolojik çıkarımlar yapacak gözlemlerim yok tabi. Her Karslıyla konuşmaya çalıştım, her kelimeden anlam çıkardım. Bir çok etnik yapıyı içinde barındırıyor. Karslıyım demiyorlar, Kars'ta terekemeler, yerliler, azeriler, türkler, kürtler, malakanlar var. Mahalleleri, kahvehaneleri ayrı değilmiş, birbirlerine kız alıp veriyorlar, birbirlerini ti ye alan fıkraları var. Şimdilik şiddet yok, ayrışma, bölüşme yok. Yemekler çok lezzetli, özellikle kaz yemekleri, olağanüstü lezzetli peynir çeşitleri, tereyağı, kaymak, kara kovan ballar, Çıldır gölü'nün sarı sazanı........
Gece müzik yapan yerler çokmuş. Biz ilk gece Karstore'a gittik. Kars Kafkas Üniversitesi Konservatuvarı'nın, öğrencilerinden oluşan bir grup, Kars peynirleri, sıcak şarap eşliğinde bir müzik ziyafeti sundu. Diğer gece otelimizin bir organizasyonu vardı, Kafkas oyunları ekibi, ateş başında akordion ve kestane , dilek balonları uçurma....Sadece eksik kalan aşık atışmaları oldu. Zaman yetmedi
Ve....Kars'ın güzel insanları....
Teşekkürlerim kimlere gitsin???
1-Antonina Turizm http://www.antoninaturizm.com/
2-Bilgili, güleryüzlü,efendi,entellektüel,sakin rehberimiz Davut Oğuzcan
3-Şöförümüz Sevdakar
4-Cheltikov Otel çalışanları
5-Neşeli, anlayışlı, gezmeyi bilen yol arkadaşlarım
6-Ben evde yokken kediye ( Lokum) ve köpeğe( Leo) bakmayı üstlenen oğlum ve kızım
Masal beni, ben de masalı seviyorum artık.
Öylece sürüklenirken, bir gün kendimi masalın içinde buluverdim. Orta yaşa adım atmış, güzelce bir kadın masal anlatıyordu. Uçuşan rengarenk elbiseler giymiş, başına da değişik bir şeyler sarmış, takıp takıştırmıştı. Görünüşü masaldı zaten, konuşmasına gerek yok demiştim kendi kendime.
Masallı ve masalsız günler, yıllar
Ben çocukken, anneannemin karanfil kokulu göğsüne yaslanır, puslu kısık sesiyle anlattığı masalları dinlerdim.''Masal masal maniki. Kuyruğu var on iki. On ikinin yarısı. Tilki sıçan derisi'' diye başlar. ''Masal masal martladı. İki fare atladı. Kurbağa kanatlandı. Tos vurdu bardağa. Çocuk çıktı çardağa.'' diye devam ederdi. Anneannemin masallarında, bol miktarda insan yiyen cadı, gökyüzünden bizi sürekli izleyen günah yazıcısı, aniden ortaya çıkan ateş çukurları, hiç bir yere çıkamadığın merdivenler, ısırınca seni taş eden güzeller güzeli meyveler olurdu. Annem kızardı, çocuğu korkutuyorsun diye. Halbuki hiç korkmazdım, hatta masal bitince, başımı gökyüzüne kaldırır, günah yazıcıya dil çıkarırdım.
Ardından benim masalları, masalların da beni sevmediği günler geldi geçti. Beynim öyle yorgun, ruhum o denli örselenmiş ve küskündü ki. Her şeye rağmen, çocuklarıma masal okurdum. Masalın asla okunmaması gerektiğini bilmiyordum sanırım. Masallar sadece derlemeciler tarafından yazılmalıydı, ama okunmak için değil, anlatılmak için. Gerçi arada, işten eve gelirken, cebimde bir parmak çocuk getirdiğimi söylerdim. Sonra cebimde arayıp bulamayınca, bulun onu derdim çocuklarıma. Biraz inanmaz gibi dururlardı ama onu bulmak için dört dönerlerdi. Ardından o parmak çocukla ilgili masallar dökülürdü dilimden. Sonra çocuklarım büyüdü, parmak çocuk cebimin derinliklerine çekildi. Ta ki günün birinde rengarenk masal kadınla karşılaşıncaya kadar.
-Feray dedi bana, masal anlatmak istiyor musun?
-Evet dedim, hem de çok.
-Başla o zaman dedi. Anlatmaya başla, olay, olay, olay ve başa dön mutlu bitir.
Başımı gökyüzüne kaldırdım, uzun yıllardır dil çıkarmadığım günah yazıcıya bir selam çaktım ve kendi masalımı anlatmaya başladım.
Benim masalımda da aynı anneannemin masalları gibi kötüler pek çoktu. Yaş alırken, hiç bir yere çıkmayan merdivenlere tırmandım durdum, içimi yakıp kavuran çukurlara düştüm, gözyaşlarımın selinden barajlar doldu. Tam göğsümün üstünde on tane öküz gezdirdim. Yani tam da masal kadının dediği gibi olay, olay, olay....Ve yine onun dediği gibi, başa döndüm, Meğerse her şey doğruymuş. Mutluluk oradaymış, Başlangıçta....Siz neredesiniz bilemem, olaydan olaya sürükleniyorsanız eğer, belki artık başa dönme zamanı gelmiştir.
Günlerden bir gündü, bin yıl süren
Yerlerden bir yer, hiç bir yere benzemeyen
Nihayet merdivenlerin sonu göründü
Ama o da ne? Ön, arka, sağ, sol tam on tane kapı
On kapının her birinde onar kilit vardı
Her birinin dibinde onar arslan bekliyordu
Sakin, sessiz, sarışın bir kız göründü sislerin ardından
Öyle, kral kızı falan değildi
Şatafatlı elbiseler, sihirli ayakkabılar, on küheylanın çektiği arabalar yoktu bu masalda
Kız o kadar yalnız, o kadar korkmuş ve ürkmüştü ki
On kapıdan birine doğru bir adım attı
Sen misin atan, arslan şahlandı
En keskin bıçaktan daha keskin dişlerini batırıverdi kızın o incecik koluna
Sonra.........
Size söylemiştim, masal yazılmaz, ben de masalımı yazmıyorum, anlatıyorum, Bin yıldan uzun süren günleri, kapı bekçisi arslanları, kapıların ardını anlatıyorum. Masal beni, ben de masalı seviyorum artık.
Öylece sürüklenirken, bir gün kendimi masalın içinde buluverdim. Orta yaşa adım atmış, güzelce bir kadın masal anlatıyordu. Uçuşan rengarenk elbiseler giymiş, başına da değişik bir şeyler sarmış, takıp takıştırmıştı. Görünüşü masaldı zaten, konuşmasına gerek yok demiştim kendi kendime.
Masallı ve masalsız günler, yıllar
Ben çocukken, anneannemin karanfil kokulu göğsüne yaslanır, puslu kısık sesiyle anlattığı masalları dinlerdim.''Masal masal maniki. Kuyruğu var on iki. On ikinin yarısı. Tilki sıçan derisi'' diye başlar. ''Masal masal martladı. İki fare atladı. Kurbağa kanatlandı. Tos vurdu bardağa. Çocuk çıktı çardağa.'' diye devam ederdi. Anneannemin masallarında, bol miktarda insan yiyen cadı, gökyüzünden bizi sürekli izleyen günah yazıcısı, aniden ortaya çıkan ateş çukurları, hiç bir yere çıkamadığın merdivenler, ısırınca seni taş eden güzeller güzeli meyveler olurdu. Annem kızardı, çocuğu korkutuyorsun diye. Halbuki hiç korkmazdım, hatta masal bitince, başımı gökyüzüne kaldırır, günah yazıcıya dil çıkarırdım.
Ardından benim masalları, masalların da beni sevmediği günler geldi geçti. Beynim öyle yorgun, ruhum o denli örselenmiş ve küskündü ki. Her şeye rağmen, çocuklarıma masal okurdum. Masalın asla okunmaması gerektiğini bilmiyordum sanırım. Masallar sadece derlemeciler tarafından yazılmalıydı, ama okunmak için değil, anlatılmak için. Gerçi arada, işten eve gelirken, cebimde bir parmak çocuk getirdiğimi söylerdim. Sonra cebimde arayıp bulamayınca, bulun onu derdim çocuklarıma. Biraz inanmaz gibi dururlardı ama onu bulmak için dört dönerlerdi. Ardından o parmak çocukla ilgili masallar dökülürdü dilimden. Sonra çocuklarım büyüdü, parmak çocuk cebimin derinliklerine çekildi. Ta ki günün birinde rengarenk masal kadınla karşılaşıncaya kadar.
-Feray dedi bana, masal anlatmak istiyor musun?
-Evet dedim, hem de çok.
-Başla o zaman dedi. Anlatmaya başla, olay, olay, olay ve başa dön mutlu bitir.
Başımı gökyüzüne kaldırdım, uzun yıllardır dil çıkarmadığım günah yazıcıya bir selam çaktım ve kendi masalımı anlatmaya başladım.
Benim masalımda da aynı anneannemin masalları gibi kötüler pek çoktu. Yaş alırken, hiç bir yere çıkmayan merdivenlere tırmandım durdum, içimi yakıp kavuran çukurlara düştüm, gözyaşlarımın selinden barajlar doldu. Tam göğsümün üstünde on tane öküz gezdirdim. Yani tam da masal kadının dediği gibi olay, olay, olay....Ve yine onun dediği gibi, başa döndüm, Meğerse her şey doğruymuş. Mutluluk oradaymış, Başlangıçta....Siz neredesiniz bilemem, olaydan olaya sürükleniyorsanız eğer, belki artık başa dönme zamanı gelmiştir.
Günlerden bir gündü, bin yıl süren
Yerlerden bir yer, hiç bir yere benzemeyen
Nihayet merdivenlerin sonu göründü
Ama o da ne? Ön, arka, sağ, sol tam on tane kapı
On kapının her birinde onar kilit vardı
Her birinin dibinde onar arslan bekliyordu
Sakin, sessiz, sarışın bir kız göründü sislerin ardından
Öyle, kral kızı falan değildi
Şatafatlı elbiseler, sihirli ayakkabılar, on küheylanın çektiği arabalar yoktu bu masalda
Kız o kadar yalnız, o kadar korkmuş ve ürkmüştü ki
On kapıdan birine doğru bir adım attı
Sen misin atan, arslan şahlandı
En keskin bıçaktan daha keskin dişlerini batırıverdi kızın o incecik koluna
Sonra.........
Size söylemiştim, masal yazılmaz, ben de masalımı yazmıyorum, anlatıyorum, Bin yıldan uzun süren günleri, kapı bekçisi arslanları, kapıların ardını anlatıyorum. Masal beni, ben de masalı seviyorum artık.
Bu yöntemden yarar gören hastadan çok görmeyenlerde var
1920 li yıllarda, Almanya'da Dr. Huneke'nin, hasta bir kız kardeşi varmış. Kadıncağızın hem dizi ağrıyormuş, hem de migreni varmış. Dr. Huneke, kardeşinin dizine lokal anestezik bir madde enjekte etmiş. ardından kadıncağızın dizinin ağrısı azalmış ama en önemlisi migreni geçmiş. İşte bu buluştan yola çıkılarak Nöral Terapi geliştirilmiş.
Nöral Terapi yaptırdınız mı bilmiyorum. Sizlere nasıl anlatıldı bilmiyorum. Bir Fizik Tedavi Uzmanı olarak, naçizane bir kaç uyarım olacak.
Bu konuda, birbirinin tam karşıtı, zıt görüşler var. Kimisi bu yöntemi bir mucize olarak sunuyor, göklere çıkarıyor. Tabii tahmin ettiğiniz gibi işin içinde büyük bir rant var. Aleyhinde görüş bildirenleri de, bilgisi olmadan fikri olan grup diye eleştiriyorlar.
Ben iki gruptan da değilim. Doktorum, nöral terapi kursu aldım, yani bilgim var, fikrim de olmalı.
Çok fazla tıbbi terim kullanmamaya çalışacağım, Vücudun bir dengesi var, gelenler ve gidenler, kazanılanlar ve harcananlar, ying ve yang gibi. İnsan organizması hücrelerden oluşuyor. eğer hücrede denge varsa, tüm organizma da dengede demektir, bir yol gibi düşünün, yolun her hangi bir noktasında tıkanıklık olursa, tıkanıklığın altı da, üstü de etkilenir. Hücrelerin duvarları var, bu duvarlar öyle sert, dümdüz, sağlam falan değildir. Delik deşiktir. İçeriye yararlı maddeler, tamir maddeleri, oksijen....vs.( yani gerekli iyi şeyler) girer. Fazlalıklar, kalıntılar, karbondioksit.....vs.( yani atılması gereken kötü şeyler) çıkar. Gözünüzde canlandırın, bu nasıl olacak? Emme basma şeklinde tabii. Bu giriş çıkış için elektriksel bir güce ihtiyaç vardır ki buna polarizasyon denir tıpta. Eğer bu olay olamıyorsa, hücre öylece kalakaldıysa, iyiler giremiyor, kötüler çıkamıyorsa, hücre zarı depolarize oldu denir. O bölgede fonksiyon bozulur. Bu, yoldaki tıkanıklık gibidir. Vücutta bulunan otonom sinir sistemi aracılığıyla, tıkanıklıktan altın ve üstün haberi olur. Buralarda bir çok sorun yaşanır. Nöral Terapistler. bu tıkanıklık olan alanlara bozucu alanlar diyorlar.
Teori şöyle, Biz eğer depolarize olmuş hücrelerin olduğu bozucu alan bölgesine, elektriksel uyarı verirsek, hücreye tekrar giriş çıkış başlar. Bozucu alan yok olunca, tıkanıklığın altı ve üstü rahatlar.
Bu olabilecek bir şey mi? Bilmem. Tıp kanıtlara dayanır. Teori üretmek kolay, ancak böyle bir teori üretiyorsak, öncesini sonrasını tahlillerle, görüntü yöntemleriyle tespit edebilmeliyiz. Her zaman bu olamıyor. Siz bir yönteme inanıyorsanız, uyguluyorsanız ve kanıta dayalı bir yöntem değilse bu. Ama sonunda hasta yarar görüyorsa, bu tedaviye yanıta bağlı tedavi denir. Nöral terapi yanıta bağlı bir tedavidir. Tekniği kolaydır, Madde olarak ısırgan otu ve acı bademden yapılan bir lokal anestezik olan prokain kullanılır. Çeşitli uygulama şekilleri ve noktaları vardır. Mesela biraz önce bahsettiğim bozucu alanlar, en çok baş bölgesinde bulunur. Sinusler, dişler, tonsiller, kulak önleri bozucu alan bölgeleridir.
Bu yöntemden yarar gören hastadan çok, görmeyenler de var. Bu hastaların çoğu, diş hekimlerine yönlendiriliyor.
Eğer bir tedavi yöntemi kanıta değil, yanıta bağlıysa
1- Kolay ulaşılabilmeli
2-Bedava olmalı, ya da sadece malzeme parası alınmalı. Günümüzde Nöral Terapi uzmanları 300 TL. muayene, seansı 250 TL den dört seans 1000 TL Nöral Terapi ücreti almaktalar ( ortalama rakamlar). Malzeme gideri yaklaşık dört seans için 30 TL yi geçmez.
Benden söylemesi......
1920 li yıllarda, Almanya'da Dr. Huneke'nin, hasta bir kız kardeşi varmış. Kadıncağızın hem dizi ağrıyormuş, hem de migreni varmış. Dr. Huneke, kardeşinin dizine lokal anestezik bir madde enjekte etmiş. ardından kadıncağızın dizinin ağrısı azalmış ama en önemlisi migreni geçmiş. İşte bu buluştan yola çıkılarak Nöral Terapi geliştirilmiş.
Nöral Terapi yaptırdınız mı bilmiyorum. Sizlere nasıl anlatıldı bilmiyorum. Bir Fizik Tedavi Uzmanı olarak, naçizane bir kaç uyarım olacak.
Bu konuda, birbirinin tam karşıtı, zıt görüşler var. Kimisi bu yöntemi bir mucize olarak sunuyor, göklere çıkarıyor. Tabii tahmin ettiğiniz gibi işin içinde büyük bir rant var. Aleyhinde görüş bildirenleri de, bilgisi olmadan fikri olan grup diye eleştiriyorlar.
Ben iki gruptan da değilim. Doktorum, nöral terapi kursu aldım, yani bilgim var, fikrim de olmalı.
Çok fazla tıbbi terim kullanmamaya çalışacağım, Vücudun bir dengesi var, gelenler ve gidenler, kazanılanlar ve harcananlar, ying ve yang gibi. İnsan organizması hücrelerden oluşuyor. eğer hücrede denge varsa, tüm organizma da dengede demektir, bir yol gibi düşünün, yolun her hangi bir noktasında tıkanıklık olursa, tıkanıklığın altı da, üstü de etkilenir. Hücrelerin duvarları var, bu duvarlar öyle sert, dümdüz, sağlam falan değildir. Delik deşiktir. İçeriye yararlı maddeler, tamir maddeleri, oksijen....vs.( yani gerekli iyi şeyler) girer. Fazlalıklar, kalıntılar, karbondioksit.....vs.( yani atılması gereken kötü şeyler) çıkar. Gözünüzde canlandırın, bu nasıl olacak? Emme basma şeklinde tabii. Bu giriş çıkış için elektriksel bir güce ihtiyaç vardır ki buna polarizasyon denir tıpta. Eğer bu olay olamıyorsa, hücre öylece kalakaldıysa, iyiler giremiyor, kötüler çıkamıyorsa, hücre zarı depolarize oldu denir. O bölgede fonksiyon bozulur. Bu, yoldaki tıkanıklık gibidir. Vücutta bulunan otonom sinir sistemi aracılığıyla, tıkanıklıktan altın ve üstün haberi olur. Buralarda bir çok sorun yaşanır. Nöral Terapistler. bu tıkanıklık olan alanlara bozucu alanlar diyorlar.
Teori şöyle, Biz eğer depolarize olmuş hücrelerin olduğu bozucu alan bölgesine, elektriksel uyarı verirsek, hücreye tekrar giriş çıkış başlar. Bozucu alan yok olunca, tıkanıklığın altı ve üstü rahatlar.
Bu olabilecek bir şey mi? Bilmem. Tıp kanıtlara dayanır. Teori üretmek kolay, ancak böyle bir teori üretiyorsak, öncesini sonrasını tahlillerle, görüntü yöntemleriyle tespit edebilmeliyiz. Her zaman bu olamıyor. Siz bir yönteme inanıyorsanız, uyguluyorsanız ve kanıta dayalı bir yöntem değilse bu. Ama sonunda hasta yarar görüyorsa, bu tedaviye yanıta bağlı tedavi denir. Nöral terapi yanıta bağlı bir tedavidir. Tekniği kolaydır, Madde olarak ısırgan otu ve acı bademden yapılan bir lokal anestezik olan prokain kullanılır. Çeşitli uygulama şekilleri ve noktaları vardır. Mesela biraz önce bahsettiğim bozucu alanlar, en çok baş bölgesinde bulunur. Sinusler, dişler, tonsiller, kulak önleri bozucu alan bölgeleridir.
Bu yöntemden yarar gören hastadan çok, görmeyenler de var. Bu hastaların çoğu, diş hekimlerine yönlendiriliyor.
Eğer bir tedavi yöntemi kanıta değil, yanıta bağlıysa
1- Kolay ulaşılabilmeli
2-Bedava olmalı, ya da sadece malzeme parası alınmalı. Günümüzde Nöral Terapi uzmanları 300 TL. muayene, seansı 250 TL den dört seans 1000 TL Nöral Terapi ücreti almaktalar ( ortalama rakamlar). Malzeme gideri yaklaşık dört seans için 30 TL yi geçmez.
Benden söylemesi......
Kahramanın içine girer orospu olursun, gay olursun, aldatırsın, aldatılırsın
O kadar uzun zaman oldu ki ev dışında bir şeyler yaptığım. Okul öncesi sürekli sokakta oynardım. Sonra okul başladı, arada mutlaka kurslara giderdim, hep derslerle ilgili kurslar tabii. Hobilerim hiç olmadı. Spor yapmadım, müzikle ilgilenmedim. Hep bir yabancı dil öğrenme gayretim oldu, o kadar. Çok mutsuzken, çaresizken tutunacak bir dal bakınırken, ya da o herkesin bildiği denizdeki sarılacak yılanı ararken, ev ve iş dışı bir faaliyete ne kadar ihtiyacım oldu anlatamam. Bir şeyler olmalıydı dedim. Sonra suçladım kendimi, bu kadar mı beceriksizsin, bu kadar mı ufkun dar, bu kadar mı falansın filansın derken.....Bir gün kitaplık düzeltiyorum, bir de baktım ki, defterler dolusu, kağıtlar dolusu, dosyalar dolusu yazmışım. Her şeyi, olayı, duyguyu, sevinci, üzüntüyü, aşkı, seksi, doğurmayı, yalan, iftira, para, seyahat....vs. aklınıza gelebilecek her olanı ve olmayanları da yazmışım. Olmayanlar, olması imkansız aşklar, küllenmiş platonik duygular, hayaller, cinayet planları. Hatta bir ara cin-ruh-metafizik meselelere merak sardım, kendime göre onlarla iletişime geçtim, onlarla konuşma diyaloglarımı bile yazmışım. İşte Feray dedim, senin hobin bu, senin diğer yarın. Nereden mi aklıma geldi bunlar. Yeni bir kursa gidiyorum, http://yazievi.yesimcimcoz.com/ de, oradaki son devam ettiğim atölyede Raymond Carver'in 'Yazmak Üstüne' denemesini okuduk ve ardından hocamız sordu bize , ''Sizin için yazmak nedir?'' diye. Yazmak şudur, budur diye döşendim ben de, bazıları klişe, bazıları taa içimden kopup gelen nedenler. Neler mesela......
-Yazmak kolaylıktır, aklından geçenleri söylemenin en kolay yoludur.
-Beceriksizliklerin, başarısızlıkların, hüsranların sonudur yazmak. Bir kahraman yaratırsın, eksik kalmışlarını yapar, söyler, gidemediğin yerlere gider...
-Yazmak hesaplaşmaktır. Ben dünyevi adalete de, ilahi adalete de çok güvenmiyorum. Bekleyemem o kadar. Yazarak çözerim acıyı, haksızlığı..
-Yazmak en ilkel ihtiyaçları doyurmaktır. Kuralları çiğneye çiğneye, bunu o kural koyanlara göstere göstere yazarsın. Kahramanın içine girer orospu olursun, gay olursun, aldatırsın, aldatılırsın....
-Yazmak karanlık yanlarına bakabilmektir. Eldivensiz, gözlüksüz içindeki kötüyü görebilmek, ona dokunabilmektir. Bu işleviyle psikoterapi gibidir.
- Yazmak bir hapishanede dolanmaktır. Hücre kapılarını açmak, envaiçeşit duyguyu salıvermektir öylece. Memeleketimin kadın yazarlarını bu yüzden çok severim. Erkek egemen bir kültürde, erkek merkezli bir inanıştaki sıkışmışlığı, ellerinin tersiyle itiverirler, düşünceler, duygular hapsedilebilirler mi? Yazarsın olur biter.
O kadar uzun zaman oldu ki ev dışında bir şeyler yaptığım. Okul öncesi sürekli sokakta oynardım. Sonra okul başladı, arada mutlaka kurslara giderdim, hep derslerle ilgili kurslar tabii. Hobilerim hiç olmadı. Spor yapmadım, müzikle ilgilenmedim. Hep bir yabancı dil öğrenme gayretim oldu, o kadar. Çok mutsuzken, çaresizken tutunacak bir dal bakınırken, ya da o herkesin bildiği denizdeki sarılacak yılanı ararken, ev ve iş dışı bir faaliyete ne kadar ihtiyacım oldu anlatamam. Bir şeyler olmalıydı dedim. Sonra suçladım kendimi, bu kadar mı beceriksizsin, bu kadar mı ufkun dar, bu kadar mı falansın filansın derken.....Bir gün kitaplık düzeltiyorum, bir de baktım ki, defterler dolusu, kağıtlar dolusu, dosyalar dolusu yazmışım. Her şeyi, olayı, duyguyu, sevinci, üzüntüyü, aşkı, seksi, doğurmayı, yalan, iftira, para, seyahat....vs. aklınıza gelebilecek her olanı ve olmayanları da yazmışım. Olmayanlar, olması imkansız aşklar, küllenmiş platonik duygular, hayaller, cinayet planları. Hatta bir ara cin-ruh-metafizik meselelere merak sardım, kendime göre onlarla iletişime geçtim, onlarla konuşma diyaloglarımı bile yazmışım. İşte Feray dedim, senin hobin bu, senin diğer yarın. Nereden mi aklıma geldi bunlar. Yeni bir kursa gidiyorum, http://yazievi.yesimcimcoz.com/ de, oradaki son devam ettiğim atölyede Raymond Carver'in 'Yazmak Üstüne' denemesini okuduk ve ardından hocamız sordu bize , ''Sizin için yazmak nedir?'' diye. Yazmak şudur, budur diye döşendim ben de, bazıları klişe, bazıları taa içimden kopup gelen nedenler. Neler mesela......
-Yazmak kolaylıktır, aklından geçenleri söylemenin en kolay yoludur.
-Beceriksizliklerin, başarısızlıkların, hüsranların sonudur yazmak. Bir kahraman yaratırsın, eksik kalmışlarını yapar, söyler, gidemediğin yerlere gider...
-Yazmak hesaplaşmaktır. Ben dünyevi adalete de, ilahi adalete de çok güvenmiyorum. Bekleyemem o kadar. Yazarak çözerim acıyı, haksızlığı..
-Yazmak en ilkel ihtiyaçları doyurmaktır. Kuralları çiğneye çiğneye, bunu o kural koyanlara göstere göstere yazarsın. Kahramanın içine girer orospu olursun, gay olursun, aldatırsın, aldatılırsın....
-Yazmak karanlık yanlarına bakabilmektir. Eldivensiz, gözlüksüz içindeki kötüyü görebilmek, ona dokunabilmektir. Bu işleviyle psikoterapi gibidir.
- Yazmak bir hapishanede dolanmaktır. Hücre kapılarını açmak, envaiçeşit duyguyu salıvermektir öylece. Memeleketimin kadın yazarlarını bu yüzden çok severim. Erkek egemen bir kültürde, erkek merkezli bir inanıştaki sıkışmışlığı, ellerinin tersiyle itiverirler, düşünceler, duygular hapsedilebilirler mi? Yazarsın olur biter.
Afrodizyaklar, libido artırıcılar, mutluluk pompaları bir tık ötedeler
Hipotalamus, beynin bölümlerinden birisi. Yerini boş verin, ense kökünün öne doğru kısmında bir yerlerde, büyüklüğü de hallice bir badem kadar. Bir çok görevi var da, ben size en önemlisini söyleyeceğim. AŞK hormonu buradan salgılanıyor. Feniletilamin denen bir şey bu. İlk aşık olma anı hormonu. Bu salgılandı diye mi aşık oluyoruz, yoksa biz aşık olunca mı salgılanıyor bilemiyeceğim. Ardından aşkın devamı için lazım olan dopamin ve noradrenalin salgılatıyor. İçtenlik sıcaklık, güven hissettiren endorfin, o herkesin bildiği mutluluk veriyor denen serotonin hep buranın ürünü. Ve en sonunda fiziksel teması başlatan oksitosin salgılanıyor. O esnada gel yatağa, hadi ama yatağa kokusu yayıyor iki tarafta.
Yani hayatımızın en önemli olayı beyinde başlıyor, beyinde de bitiyor. Bu konuda penisin, klitorisin, göğüslerin rolünü abartmayalım, onlar hipotalamusun kullandığı araçlar. İşlem tamam sigara yak komutunu neresi veriyor bilmiyorum.
Neyse işte, esas konumuz, bu hormonların daha da , daha daha da salgılanmasını sağlayan yiyecekler var mı? Ya da bu maddeleri direkt içeren yiyecekler. Hadi şimdi bir tabuyu yıkalım. Böyle yiyecekler var mı? Var, ama.......Tüm turunçgiller, çilek, muz, kakao, kırmızı şarap, bitter çikolata, ceviz.....Kimisi feniletilamin içeriyor, kimisi endorfin, serotonin. Evet içeriyorlar. Yani afrodizyaklar, libido artırıcılar, mutluluk pompaları bir tık ötedeler. Ama maalesef sevinmeyin, ne kadar yerseniz yiyin, içindekiler kanda metabolize olamıyor. Vitaminini, şekerini..vs. alıyorsunuz o kadar. Yiyeceklerden medet ummayın, hipotalamusunuza iyi davranın. Bak ben söyleyene kadar, adını bile bilmiyordunuz eminim.....Hipotalamusu yormayın, o minik badem, çok sıcak ve soğuk sevmez, uykusuzluk sevmez, saat dilimi değiştirmeyi sevmez, tadında hareket edin, haldur huldur spor sevmez, mideyi tıka basa doldurmak sevmez, bazı ilaçları hiç sevmez, bir kaç kadehe bir şey demez de, fazla alkol sevmez.....Müzik sever, şiire bayılır, estetik duygusu gelişmiştir, kültürlüdür de mesela ateşli politik tartışmaların ardından ateşli geceler geçiriliyormuş.....
Hipotalamus, beynin bölümlerinden birisi. Yerini boş verin, ense kökünün öne doğru kısmında bir yerlerde, büyüklüğü de hallice bir badem kadar. Bir çok görevi var da, ben size en önemlisini söyleyeceğim. AŞK hormonu buradan salgılanıyor. Feniletilamin denen bir şey bu. İlk aşık olma anı hormonu. Bu salgılandı diye mi aşık oluyoruz, yoksa biz aşık olunca mı salgılanıyor bilemiyeceğim. Ardından aşkın devamı için lazım olan dopamin ve noradrenalin salgılatıyor. İçtenlik sıcaklık, güven hissettiren endorfin, o herkesin bildiği mutluluk veriyor denen serotonin hep buranın ürünü. Ve en sonunda fiziksel teması başlatan oksitosin salgılanıyor. O esnada gel yatağa, hadi ama yatağa kokusu yayıyor iki tarafta.
Yani hayatımızın en önemli olayı beyinde başlıyor, beyinde de bitiyor. Bu konuda penisin, klitorisin, göğüslerin rolünü abartmayalım, onlar hipotalamusun kullandığı araçlar. İşlem tamam sigara yak komutunu neresi veriyor bilmiyorum.
Neyse işte, esas konumuz, bu hormonların daha da , daha daha da salgılanmasını sağlayan yiyecekler var mı? Ya da bu maddeleri direkt içeren yiyecekler. Hadi şimdi bir tabuyu yıkalım. Böyle yiyecekler var mı? Var, ama.......Tüm turunçgiller, çilek, muz, kakao, kırmızı şarap, bitter çikolata, ceviz.....Kimisi feniletilamin içeriyor, kimisi endorfin, serotonin. Evet içeriyorlar. Yani afrodizyaklar, libido artırıcılar, mutluluk pompaları bir tık ötedeler. Ama maalesef sevinmeyin, ne kadar yerseniz yiyin, içindekiler kanda metabolize olamıyor. Vitaminini, şekerini..vs. alıyorsunuz o kadar. Yiyeceklerden medet ummayın, hipotalamusunuza iyi davranın. Bak ben söyleyene kadar, adını bile bilmiyordunuz eminim.....Hipotalamusu yormayın, o minik badem, çok sıcak ve soğuk sevmez, uykusuzluk sevmez, saat dilimi değiştirmeyi sevmez, tadında hareket edin, haldur huldur spor sevmez, mideyi tıka basa doldurmak sevmez, bazı ilaçları hiç sevmez, bir kaç kadehe bir şey demez de, fazla alkol sevmez.....Müzik sever, şiire bayılır, estetik duygusu gelişmiştir, kültürlüdür de mesela ateşli politik tartışmaların ardından ateşli geceler geçiriliyormuş.....

Bu yıldızlar neden bu kadar yakın görünüyor, neden bu kadar çoklar derken, yıldızlardan birisi parmağıma kondu
Yazın sonları, belki de sonbaharın başlarıydı. Tam Almanya'nın ortalarında bir yerdeyiz.Göletler, ayrı ayrı akıp sonra birleşen akarsular var. Ama esas su zenginliği, toprağın altında. Buraya Hitler zamanı Prusya devlet hamamı unvanı verilmiş. Bad Wildungen, adı üstünde bir spa kenti. Belediye başkanına göre, burası Almanya'nın kalbi.
Bad Wildungen kaplıcası
Bir ana caddesi var, her iki yanı barok binalar ve yarı ahşap evlerle dolu. Ve olmazsa olmaz kafeler, bazılarının akşama kadar dışarıya masa koyma izinleri yok, hava kararmaya başlayınca ışıl ışıl, cıvıl cıvıl oluyor. Sokaklarda Almanca kadar İngilizce ve Türkçe de konuşuluyor. Gündüz şifa işleriyle uğraşıyor herkes, yer gök mineralli su. İç, yüz, yıkan, çamura bulan...vs .Almanya, kaplıca zengini bir ülke ama Bad Wildunge'nin farkı sahip olduğu park. Avrupa'nın en büyük spa parkına sahip, inanılmaz yeşil, inanılmaz büyük, bence orman onlar park diyorlar. Oradayken bilememiştik bu ağaçlar ne ağacı diye birbirimize sormuştuk. Sonradan öğrendim kayın ağacıymış. Çeşit çeşit suya dokunma imkanı var. Heleponte hamamları diyorlar, dolup dolup taşıyor. En çok da Japon var, halbuki bir yerde okumuştum, Japonlar sıcak su sevmez diye, neyse konumuz bu değil.
Bira, caz, böcek
Aklımda iki muhteşem şey daha kalmış. Bir protestan kilisesi gördüm, Rönesans ressamı Conrad Von Soest'in yaptığı kanatlı sunak inanılmazdı. Bir de orada bulunduğum ana rast gelen caz festivali. Son akşam su yorgunuyum, park yorgunuyum ama yatmadan önce caddede bir tur atayım dedim. Caddenin ortasına sahneler konmuş, etraflarında minik bar masaları ve tabureleri. Alman birası, zenci gırtlağından çıkan nağmeler....Hani beni benden aldı denir ya, tam öyleyim. Aklıma düştü birden, gece park nasıl oluyor acaba diye. Gittim, karanlık, nemli, sessiz....Yere oturdum, hatta uzandım biraz, bu yıldızlar neden bu kadar yakın görünüyor, neden bu kadar çoklar derken, yıldızlardan birisi parmağıma kondu. Bad Wildungen deyince ne suları, ne parkı, ne de caz şarkılarını, en çok ateş böceklerini hatırlıyorum. Yıllar geçti, hala heyecanlanıyorum. Eğer yolunuz buraya düşerse, tabii havuz, spa yapın da, mutlaka parka gece gidin, karanlıkta, kayınların arasında dolaşın, en iyisi uzanın. Ve ben o gece, uyumadan önce, bu an şiir olsun dedim
ATEŞ BÖCEĞİ
Karamel kokulu bir geceydi,
Aslında, leylak kokusunu severim gecenin,
Ama gece karamel kokuyordu.
Aniden, zaman durdu, dondu,
Tam parmağımın ucuna, bir ateş böceği kondu.
Ahenkle dans eden arkadaşları gibi,
Narin, çeşmi bülbül çizgili, biraz zayıftı sanki.
Bütün gece onun, karanlıklar onun, danslar onundu,
Ama o beni seçti, parmağımın ucuna kondu.
F.C
ATEŞ BÖCEĞİ

Karamel kokulu bir geceydi,
Aslında, leylak kokusunu severim gecenin,
Ama gece karamel kokuyordu.
Aniden, zaman durdu, dondu,
Tam parmağımın ucuna, bir ateş böceği kondu.
Ahenkle dans eden arkadaşları gibi,
Narin, çeşmi bülbül çizgili, biraz zayıftı sanki.
Bütün gece onun, karanlıklar onun, danslar onundu,
Ama o beni seçti, parmağımın ucuna kondu.
F.C

Bir zamanlar iki doktor varmış, iki sıcak kalp, iki heyecanlı, iki hasta dostu, iki sihirli kalem, iki aşık
Yazarları merak etmişimdir. Yazacak şeyleri nereden buluyorlar diye. Hani, bazı yazarlar düş güçlerinin, ne kadar da uçsuz bucaksız olduğunu göstermek için, yarattıkları kahramanlardan uzak durmaya çalışırlar. Kitabımdaki kahraman ben değilim, olan bitenin benimle hiç alakası yok derler ya. İşte, ben o zaman hayal kırıklığına uğruyorum. O yazarı sevemiyorum. Otobiyografi gibi değil tabi de, kendini ve kendindekileri yazan yazarları seviyorum.Kalemin hissetmediği şeyi yazamayacağını, hissetmenin de ön koşulunun yaşamak olduğunu biliyorum. İşte ben tam da böyle iki yazar tanıyorum, aynı zamanda iki doktor. Onlar kendilerini yazdıkları için mi onları sevdim, yoksa doktor oldukları için mi? Nedenini bilmiyorum, zihnimde, kişiliğimde, yüreğimde iz bıraktılar.
Kadife dokunuşlu satırlar
Roman okumaya yeni yeni başladığım dönemlerdi. Babam ya da ablam iki tane roman almışlardı. Archibald Joseph Cronin'in kaleminden, Yeşil Yıllar ve Pembe Yıllar. Kitapların, parlak kuşe, renkli kapakları vardı, elimi sürerdim, yumuşacıklardı, parmaklarım üstünden kayardı. Bu kitaplara önce dokunmayı sevdim, ardından okudum. Sonra, hayatımdaki pek çok güzel şey gibi, okuduğumu, dokunduğumu unuttum. Geçenlerde karşıma çıkan bir kaç cümle hatırlattı bunları. Bir yorum, adını bilmediğim birisinin yorumu. A.J. Cronin için, genç yaşlarda okunması halinde, hayatın geri kalanında değişikliklere yol açabilecek bir yazar diyor. Bilmiyorum, benim hayatımı değiştirdi mi? Meslek seçerken etkisinde kaldım mı? Bu iki kitapta da, yazarın hayatından çok şey var. Hatta dibe düşmeleri, hiç durmadan haksızlığa uğramaları, savaşmaktan vazgeçmemeleri ile sadece mesleği değil, hayatı da biraz benimkine benziyor.
İyi ki ülser olmuş
Cronin, kendi halinde bir doktorken mide yakınmaları başlamış, ülser tanısı almış. 1930' lu yıllarda, ülserin tedavisi için kırlarda dinlenmeler veriliyormuş. Cronin de, Kuzey İngilterede yemyeşil dağlara çekilmiş. Orada yazmaya karar vermiş, bir yürüyüşten heyecanla evine dönmüş, bakmış yazı yazacak kağıt yok. Çöpleri karıştırmış, ıslak kağıtlar bulmuş, fırında kurutmuş, ilk olarak o gün yazmaya başlamış. Bir çok romanı var, pek çoğunda baş kahramanımız bir doktor. Mesela Şahika, hatta bu kitabı, TRT1 de dizi olarak yayınlanmış. Ben onu seyretmedim ama mutlaka seyretmeniz gereken, başka müthiş bir film seyrettim. Somerset Maugham'dan bir uyarlama. Ünlü yazar Maugham da, yine bir doktor. Filmin adı Duvak( The Painted Veil)
Bu sefer kitabı okumadan, filmi seyrettim. Olay 1920' lerde, Çin'de geçiyor. Tabii, tahmin ettiğiniz gibi kahramanımız doktor. 2006 yapımı, tüm film sitelerinde var. Önce kitabı okusaydım da, tipleri hayal etseydim, sanırım Naomi Watts kadar güzel olamazdı hayalim.Yabancı düşmanlığının tavan yaptığı, iç savaş başlangıcı yılları ve bir kolera salgını, bu ortamda bir aşk.. Maugham homoseksüelmiş, Kekeme olduğu için insanlardan uzak dururmuş biraz. Belki yazdığı aşklar onun için zor, imkansız, ulaşılmaz...
Yazarlar ölür mü?
Cronin ve Maugham, şimdi ikisi de hayatta değiller. Hayatta olmak ne ki zaten? Satırlarda, sayfalarda, filmlerde yaşıyorlar. Anılarımda, gülümsememde, özlemlerimde, kırgınlıklarımda yaşıyorlar. Diyorum ki, bir zamanlar iki doktor varmış, iki sıcak kalp, iki heyecanlı, iki hasta dostu, iki sihirli kalem, iki aşık...Cronin'den bir cümleyle selamlayalım ikisinide...''Cehennem, umudunu kaybetmektir''
Her konuda yazmayı seviyorum. Baş ağrısının ilaçsız tedavisi, bebeklerin gece kaç kez besleneceği, tabanlık kullanmanın yararları, başka meslek yapan doktorlar, uzay kara delikleri, Edison'un Tesla'dan elektrik formüllerini çalması, en güzel makarna sosları, bir hiperaktifin arkasından koşma becerisi, mutlu olma formülleri, falanlar, filanlar.....her konuda yazabilirim. Ancak daha önce de söylemiştim, aşk hakkında yazmayacağım diye. Nedeni belli, bu konudaki başarısız geçmişim. Hani yazarsam üzülürüm diye. Oyyy neler de gelmiş başıma, gençliğim heba olmuş havalarına girebilirim. Eli yüzü düzgün, iyi huylu bir kızcağızken, düşmüşüm bir hayırsızın ağına, al sana aşk...Benim aşk hayatı geçmişimde ne kadar olumsuzluk biliyorsanız hepsi var. Saymayayım onları, konumuz da o değil zaten.
Bana göre aşk
Benim anladığım aşkta, kadınla erkek birbirlerini arzularlar, bunu önce kibarlık olsun diye kelimelere dökmezler, sonra olay cinsellikle son bulur, bu arada aşkı en çok besleyen şey ulaşılmaz olması ve kavuşamamak olduğundan, o yatağa aşk da yatar ama kalkamaz, biter. Bazen bitince yerine ne gelirse artık, arkadaşlık, dostluk, üreme hazzı ya da benim hayatımdaki gibi koskoca bir korku filmi.
Platona göre aşk
Benim burada anlatacağım aşk başka, bu platonik aşk. Ben eskiden bunu birini uzaktan sevmek, ulaşılması imkansızı istemek zannederdim. Hani öğrenci öğretmen aşkı gibi veya çok fakirsin uzaktan uzağa zengin birine aşıksın, bunun gibi örnekler artar gider. Hayır, platonik aşk bunlar değil. Platonik aşk, adını bunu tarif eden Platon'dan alıyor. Platon bir ideali tarif ediyor. Şimdi sıralandıralım bakalım 1*Güzele aşık oluyorsun. Herkesin bildiği cinsellikle sonlanan aşk, maalesef aşkın en alt basamağı. O anda güzel denilen şey sadece dış görüntü, vücudun kıvrımları, saldığınız koku, sesteki cıvıltılar.... Bunlarla körüklenen seks dürtüsü doyunca, karşıdaki artık o kadar hoş görünmemeye, kışkırtıcı kokmamaya başlıyor. İşte Platon burada devreye girip güzel tanımını değiştiriyor. 2*Güzel huy giriyor devreye, artık dış görüntüye değil, kişiliğe aşık oluyorsun. Bu da platonik aşk değil, sadece daha uzun ömürlü, daha dingin belki ama yine de cinsellik içeriyor. 3*Bunların üst kademesinde, yani gerçek platonik aşkta ideale duyulan aşk var, burada aşk nesnel değil, zaman ve maddeyle belirlenmiş alanın, dışındakine duyulan aşk. Cinsellik içermediğinden, ruhu bedenin esaretinden kurtaran bir aşk. Ne menem bir şey çözemedim. Tasavvuftaki aşk gibi, Mevlana- Şems örneği var mesela. Eskiden bu aşka, aşkı eflatuni denirmiş.
Platon'un derdi ne?
Platon'un derdi ne?
Tabii Platon bu konuya neden takmış bilemedim. Annesi babasını aldatmış, o da çocukken buna tanık olmuş, kadınlardan nefret ediyor, zaten kadınlar doğurgan olduğu için onun idealize ettiği aşka asla ulaşamazlarmış. Ders verdiği genç bir erkek öğrencisine aşık olmuş, söyleyememiş, dokunamamış. Platon bir homoseksüel, kadınlardan iğreniyor, bir de filozof. Oturup bunlara kafa yormuş. Bana kalırsa aşk olsun tabii, dürüst olsun, uzun ömürlü olsun, ideal olsun ve aşıklar tenlerinden başka duygularını, geleceklerini, güçlerini, hayallerini de paylaşsın.