hekimanne gezerken

Ressamların gözbebeği GÜNEY FRANSA

00:46


Dünya'nın en asil morunu, en inanılmaz turkuazını gördüm
Sabah saat 9.30 da, İstanbul Atatürk Hava Alanı'nındaydım. İstikamet Güney Fransa. İki buçuk saat kadar süren bir yoculuk sonrası Marsilya'ya geldik.  


Marseille (Marsilya)

Marsilya, Fransa'nın ikinci büyük şehriymiş, Provence bölgesinde yer alıyor. Havaalanı şehre yarım saat uzaklıkta, ismi Marseille Provence. Bu şehir bizim Eski Foçalı'lar tarafından, M.Ö 6. yüzyılda kurulmuş. Şu anda Akdeniz'in en büyük limanı. Şehir turunda bir limanın yanından geçtik, şehrin gezileri tam buradan başlıyormuş, Marsilyalılar buraya Vieux Port ( eski liman)diyorlar,aslında burada her sabah balık pazarı kuruluyormuş, biz geçerken artık geç olmuştu, toplamışlar pazarı görmedim. Marinası çok ilginç, bir eldiven parmağı gibi, deniz şehre doğru girmiş, iki taraflı yelkenliler, yatlar dizili. Çok hoş görünüyor. İşte buradan devam eden ünlü cadde La Canebiere, iki taraflı mağaza, restoran, cafe dolu. Saint Charles tren garı'nı, Notre Dame de la Garde bazilikası'nı gezdik. İkisi de çok yüksekte, o merdivenleri tırmanmak kolay değildi ama yukarıdan tüm şehri görebiliyorsun. Bazilikanın önü denize bakıyor, buranın çevresini 360 derece dolanabiliyorsunuz, yani tüm kenti tepeden görme imkanı var, arka sol tarafında kalan mahallelerde kanunsuz işler yapılıyormuş, şehri dolanırken sakın o taraflara gitmeyin diye tembihlendik, yani o kısmın sadece çatılarını gördüm, üst üste yığılmış evler gibi görünüyorlar. Bazilika'nı tepesinde, som altın kaplamadan yapılmış bir Meryem heykeli var. Denize açılan gemicileri korusun diye yapılmış. Marsilya yokuşlu inişli, ara yollar arnavut kaldırımı ve kıvrım kıvrım. Marina'nın çevresinde rengarenk tenteleri olan cafeler var. Yürürken, birisinden dondurma aldım, farklı mı yapıyorlar, mangolu almıştım ondan mı bilemiyorum, bir kaç dakikada eridi. Bazilika'ya çıkmadan önce 1.Dünya Savaşı şehitleri için yapılan bir anıta uğradık, işte tam da oradan şehrin birkaç kilometre açığında bir kaç ada görülüyor. Bunlardan en ünlüsü İf şatosu (Chateau d’If) nun yer aldığı If Adası. Hapishane olarak da kullanılan bu şato, Alexandre Dumas’nın meşhur “Monte Kristo Kontu” romanının geçtiği yerlerden biri. Adaya eski limandan kalkan teknelerle ulaşmak mümkünmüş, ancak vaktimiz yok, uzaktan fotoğraflamakla yetindik. Hapishane, ada ortasındaki burçlarla çevrili kaleden ibaret. 1524 yılında Fransa Kralı 1.François tarafından silah deposu olarak yaptırılmış ancak hep hapishane olarak kullanılmış.


Cannes ve Nice

Haziran'da gelmemize rağmen, ki Cannes'dan geçerken tam 21 Hazirandı, yani en uzun gün, plaj kalabalıktı ama denize girmedim. Halbuki rüya gibi bir plajı var, yol boyu kilometrelerce süren bir sahil şeridi, yolun bir tarafında evler var, diğer taraf plaj, ücretsiz ve incecik kumlu, plaj boyunca eşit aralıklarla, açık mavi büfeler var, yiyecek içecek dışında da bir çok şey satıyorlar. Biz seri bir şekilde sahili geçip içerilere yöneleceğimizden acele ettik.Yolun bitiminde marinası var. Marinanın bir ön paralelinde, kırmızı halılı, Cannes Film Festivali'nin ödüllerinin verildiği merkez var. Bu kadar güzel bir plajda denize giremedim, bari güzel bir balık yiyeyim dedim, dedim de bazen rast gelmiyor işte. Balık çorbası içtim, içinde balık yoktu, karabiber istedim, başka bir şey kokuyordu,midye yiyeyim bari dedim, meğerse istediğim şey çiğmiş, ısrarla ingilizce konuşmuyorlar. Aslında benim yemek yediğim yerin bitişiği pizzacıydı, keşke pizza yeseydim dedim. Yemek sonrası amaçsızca yürüdüm. Harika güzellikte bir şehir, Marmaris'in binlarla dolmadan, yemyeşil halleri geldi gözümün önüne, benziyorlar sanki. Bir zamanlar Cannes'da kıyılar sazlıkmış, ismini buradan almış zaten. Çok sonraları, burayı çok seven ve hep burada tatil yapan Coco Chanel sayesinde ünlenmiş. Kırmızı halıyı, çiğ midyeyi, giremediğim rüya gibi denizi ardımızda bırakıp otobüsle Nice'e gittik. Plaj yine yol boyu, muhteşem görünüyor. Ancak Cannes'daki gibi kumluk değil, çakıl bile değil, baya taşlık sanki. 1800 lerde şehir daha içeride kuruluymuş. Zengin bir İngiliz olan Lord Broughom, ülkesinin yağmurundan bıkmış, Nice'e gelmiş, o sıralarda bir hastalık salgını varmış ve şehir karantinadaymış, adamcağız da şehre giremeyince, sadece balıkçıların barındığı deniz kıyısına gitmiş ve orada bir ev yaptırmış. Ardından da pek çok İngiliz gelip aynı yere evler yaptırmış, sonra evlerin önündeki deniz doldurulmuş, yol yapılmış, yani denizin sığ kısmı yolun altında kalmış, denize girenlere deniz ayakkabınız olsun ve kıyıdan itibaren deniz derin dikkat edin diye uyarıyorlar. İşte bu denizin doldurulmasıyla yapılan yolun adı İngiliz caddesi ya da İngiliz gezi yolu. Yol boyunca çok güzel binalar ve çok ünlü oteller var. Ben Carlton'a bayıldım.En ünlülerinden birisi Hotel Negresco, ünlü mimar Gustav Eiffel yapmış, tavanı cam .Her kat Fransız tarihinde farklı bir dönem referans alınarak tasarlanmış ve dekore edilmiş. Öyle sıra dışı bir otel ki kahvaltı salonunun ortasında kocaman bir atlı karınca ve tarif edilemez avizeleri var. Turistlerin kalmadan da gezmesi serbest bir otel. İngiliz caddesi'ne dik bir cadde var, Nehir Caddesi. Bu caddenin üzerinde de parklar ve meydanlar var, biz orada bir otelde kaldık. Nice, Yunanlılar tarafından kurulmuş, yıllarca da Romalıların şehri olmuş, ismi Nikea'dan ( zafer demekmiş) geliyor.

Arles ( Arl)

Rhone ( Ron) Nehri Akdeniz'e dökülüyor, bu nehre adını, buraya göçen Rodos'lu göçmenler vermiş. Arles, bu nehrin deltasına kurulmuş, İsviçre'den, Provence'e doğru havanın nemini, tüm tozlarını temizleyen soğuk ve kuru rüzgarlar esermiş. Bu rüzgarlara Mistral deniyor. Mistral esintisi, havayı öyle temizlermiş ki, tüm görüntüler, renkler bir başka görülürmüş. İşte Arles bu berrak havanın olduğu kent. Van Gogh bu kentte iki yıl yaşamış, kulağını burada kesmiş, Hep oturduğu cafe, ki o zamanlar adı teras cafe imiş,aynen duruyor, çizdiği resimdeki gibi aynı sarı güneşlikler, ismi de Van Gogh cafe. Burada oturdum, omlet yedim ve 33 export birası içtim. Bu kent antik çağdan bu yana altı metre yükselmiş, yani binaların bir kısmı, dehlizler gibi yer altında kalmış, ev sahipleri buralara bakmaya, temizlemeye mecburlarmış. Kent tam ızgara modeli denen tarzda, tüm sokaklar köşelerle birbirine bağlanıyor. Bazı evler bitişik, ortalarında küçük bir meydan gibi boşluklar var, bunlar ev ama otel deniyor. Büyücek bir meydanda, fotoğraf karesine sığdıramadığım dev bir kapıyla karşılaştım, meğerse burası Romanesk Katedraliymiş. Kapalıydı içini göremedim. Arles yakınlarında, birbirine çok yakın kasabalar var. Les Baux de Provence, adını burada bolca bulunan boxitten almış. Bu yöredeki tüm şehirler eskiden Roma'nınmış. Burasının tarihi sekiz bin yıl ötelere gidiyor, yılda iki milyon turist tarafından ziyaret ediliyormuş. Kalesi, surları, arenası, tiyatrosu olan eski antik kalıntılar var. Kaleye çıkarken, elli metrekarelik kadar bir alan var, çevresi duvarlarla kaplanmış, içinde Monaco bayrağı, kraliyet ailesine ait fotoğraflar var. Burası Monaco toprağıymış, bu kadar toprağı olduğu için de Caroline aynı zamanda Bo Markiziymiş. Yollarda hediyelik eşyacılar, minik sanat atölyeleri, bir kaç masalık cafeler var. St. Remy de Provence' de aynen benzer özellikte başka minik bir kasaba.Şehrin tam girişinde tarih bizi karşılıyor, Roma Glanum Zafer takı'nı selamlayıp geçiyoruz. Meydanlardan birisinde çok güzel bir çeşmesi var. Ama esas ziyaret edilmesine neden olan özelliklerinden birisi, Van Gogh'un yattığı akıl hastahanesi burada. St.Paul-de-Mausole Manastırı. Bahçesini çizdiği, odasını çizdiği yer. Aynı bahçede fotoğraf çektirirken kendimi tuhaf hissettim, Yaşadığı acılara üzüldüm biraz. Bir diğeri de, ünlü kahin Nostradamus'un doğum yeri olması. Doğduğu evi gördüm, 1500'lerde doğmuş, herhalde ev sonraları onarılmıştır, hiç bir özelliği olmayan, sarı boyalı bir ev, ziyaret edilmiyor, çünkü hala ev olarak kullanılıyor, oturanlar var yani. Ama turistik bir güç olduğunu anlamışlar ki, sokağa, kitapçıya, cafeye...vs. Nostradamus ismini koymuşlar. Buradan Rhone Nehri'nin kıyısına Avignon'a doğru yola çıktık

Avignon

Şehrin bulunduğu bölgenin adı, Provence-Alpes-Côte d'Azur,  Rhone Nehri'nin kıyısında bulunan bir şehir. Orta Çağ'dan kalan şehir duvarını aşınca Palais des Papes (Papalık Sarayı)ile karşılaşıyorsunuz. 1550-1576 arasında yedi tane papa burada oturmuş, sonra Vatikan'a taşınmışlar ve surlardan girmeden önce nehrin üstünde yarım bir köprü var,UNESCO Dünya Mirasları arasında yer alan St.Bénézet köprüsü var. Bir çoban rüyasında Hz. İsa'yı görmüş, ona nehrin tam o noktasını işaret edip köprü yap demiş.Çoban ertesi gün, otuz kişinin kaldırabileceği ağırlıkta bir taşı kucaklayıp nehre atarak köprü yapımına başlıyor, bir kaç kez yıkılıp tekrar yapılan köprü 2.Dünya Savaşı'nda bombalanmış, yarısı yok, nehrin ortasında bitiyor, ucunda da bir şapel var. Surların içinde onlarca cafe var, otelimiz eski şehre dokuz kilometre uzaktaydı ama yemekleri surların içinde yedik. Hayatımdaki en güzel soğan çorbasını burada içtim. Bir de Rhone'un ünlü bağları ve şarapları var tabii. Şarap tadımı için Chateaunef-Du-Pape( Şato dö Pap)'a gittik. Aynı anda kırmızı, beyaz, rose içtim. Hangisi nasıldı anlayamayadım ama ben rose seviyorum sanırım.

Gordes ve Roussillion

Rotayı doğuya döndürdük. Gordes bir ortaçağ kasabası. 12. Yüzyıl'dan kalma bir kalesi var.Köy uzaktan masal gibi görünüyor, sadece taştan yapılmış, aslında şu andaki köyün altında altı bin yıllık kalıntılar varmış. Fotoğraf çeke çeke ilerliyorum, köyün dışında bir park yeri var,oradan itibaren tüm köyü ancak yürüyerek gezebiliyorsunuz, yokuş, yamaç, güneş derken kayboldum. Sese ve kalabalığa doğru gittim ki, ne göreyim, köy pazarı kurulmuş, frambuazlı kekler, neli olduğunu anlayamadığım ( Fransızca bilmeyince anlaşmak çok zor) nugalar aldım. Roussillion kırmızı bir köy. Toprağı demir oksitliymiş, tüm binalar tatlı bir kırmızıydı, yine yürüyerek dolaştım, köy o kadar tepede ki, ufka kadar yayılmış üzüm bağları arasında kırmızı bir nokta gibi, Gordes'in sıcağından sonra buranın esintisi çok iyi geldi, yemek için fazla seçenek yok, lazanya ve yöresel kırmızı ev şarabı mükemmeldi. Notlarıma bakıyorum, bunlar için on altı Euro ödemişim. Pahalı ama lezzetliydi. Köyün tam ortasında 19. yüzyıldan kalma bir saat kulesi var, onu da fotoğrafladık ve Aıx En Provence'e doğru yola çıktık

Aıx En Provence

Şehrin adı Provensin suyu demekmiş. Şehirde bir çok Üniversite var, yollar gençlerle dolu. Katedraller, çeşmeler, meydanlarla dolu bir şehir. Bunların isimlerini telafuz edemiyorum ve aklımda da tutamadım . Ama bir ev gördüm ki unutmam imkansız. Ünlü ressam Paul Cezanne'ın doğup büyüdüğü, yaşadığı, resimlerini yaptığı ve öldüğü ev. Çalışma odasına gelen ışığı kesiyor diye, penceresinin üstündeki çatıyı kesmiş, öylece duruyor. Kocaman bahçesi, bahçesinde heykeller,evin arkasında bir süs havuzu ve sessizlik. Sanki Cezanne bir yerden çıkıverecek de, çekilin oradan ışığımı kesiyorsunuz diyecek gibi. Şehrin on kilometre kuzeyinde lavantalarla kaplı St. Victoire Dağı var. Cezanne ve Picasso burada resim yaparlarmış. Ve biz de lavantaları görmek için yollara dökülüyoruz.

Moustiers ve Verdon Kanyonu

Verdon Kanyonu'nu görmek için 1200 metre yukarı tırmanacağız. Yola koyulduk, tam uyumak üzereyken alkışlar, çığlıklarla kendime geldim. Aracımız durdu ve indik. Yolun iki tarafı mosmor, kıpır kıpır, misler gibi kokuyor. O ana kadar sadece filmlerde, fotoğraflarda gördüğüm lavanta tarlaları, önümde, arkamda, etrafımda. Ama içine girip fotoğraf çekmek o kadar kolay değil, sanki kovanın içine girmiş gibi oluyorsun, binlerce arı var. Her şeye rağmen, içine de girdim, biraz topladım, bol bol seyrettim.Yol boyunca, kilometrelerce devam eden mor tarlalar bitti ve Moustiers ( Mustiye) köyü'ne geldik. Kayalıkların üstünde bir köy. Bir haçlı askeri Bozon, savaşa gitmiş, eğer kurtulursam köyümün en tepesine bir şey asacağım demiş. Bozon, Mustiye'li, sağ salim köyüne dönmüş, kayalıklar üstündeki köyün tepesine tırmanmış ve iki kaya arasına bir zincir asmış, o zincir koptukça yenilemişler ve 12. yüzyılda en tepeye bir kilise yapmışlar( Notre Dame de Beauvoir).Oraya tırmandım, hem zinciri, hem kiliseyi gördüm. Lavanta tarlası ve Mustiye gezisinde sandalet kullanmayın, kesinlikle pantolonlu ve spor ayakkabılı olmalısınız. Verdon Nehri. Avrupa'nın en güzel nehri denmesinin nedeni turkuaz sularıymış. Erimiş kireç taşındaki mineraller güneşte bu renk oluyorlarmış. Yukarıya tırmanmadan önce, nehir seviyesinde, bir baraj gölü var, kenarından deniz bisikleti kiralanıp binilebiliyor. Kano ve rafting de yapılabiliyormuş. Lavanta'nın morunu, Verdon'un turkuazını anlatmak mümkün değil, görmelisiniz. Ve tırmandık, 1200 metre yükseğe tırmandık, Verdon aşağılarda mavi-yeşil bir çizgi olarak kalıncaya kadar tırmandık.







Bİ DE BUNLAR VAR

0 yorum